29 Şubat 2016

BİR ERİLLİK BUNALIMI OLARAK TECAVÜZ: YA KÜLTÜRE DÖNÜŞÜRSE?



Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü- HaE Kurucu Direktör

İstanbul’da, Bağdat Caddesi'nde 19 yaşında bir üniversite öğrencisinin cinsel saldırıya uğraması, olayın geçtiği yer nedeniyle ilgi çekti. Oysa, hemen ardından Ankara Gölbaşı’nda 17 yaşında bir genç kadın, patronunun cinsel saldırısına uğradı. Ve ailesi fare zehiri içirerek, genç kadını öldürmek istedi. Özgecan, hafızamızdan henüz silinmemişken, Suriyeli sığınmacı genç kadınların bir mal gibi alınıp satılma haberleri, sıradanlaştı. Biliyoruz ki, Bağdat caddesinde gerçekleşen olay, İstanbul’un kenar bir yerleşiminde ya da Türkiye’nin kırsalında yaşansa, bu kadar konuşulmayacaktı. Kadınlar artık bu ülkede, yer, zaman ve mekan fark etmeden şiddet/saldırı/taciz tehdidi altında yaşıyorlar. Bu açıdan, bir saldırının diğerinden hiç bir farkı yok. Tecavüz/cinsel saldırılar sosyal psikoloji perspektifinden bakıldığında; var olan toplumsal cinsiyet düzeninde ‘’hegemonik/egemen erilliğin’’ yarattığı, kaçınılmaz bir sonuç olarak görünmektedir. Bu nedenle, her tecavüz eden erkek hasta ya da sapkın değildir. Tecavüzün nedenlerini ve koşullarını anlamak için öncelikle bu gerçeği kabul etmek gerkmektedir.
Kadınların neredeyse tümünü etkileyen tecavüz ve yarattığı tedirginlik, korku, bireysel bir sorun olarak görülmektedir. Tecavüzü böyle konumlandırmak, kurbanların farklı biçimde davranmayı öğrenmeleri halinde, tecavüzün kişisel düzlemde kalmayacağı, genel olarak önlenebileceği inancına neden olmaktadır. Tıpkı, 19 yaşında bir genç kadının gecenin 3ünde nereden geldiğinin sorgulanması gibi. Özellikle kadınlara, gece sokağa çıkmamayı, tayt gibi dar giysiler giymemeyi, yalnız yaşamamaları gerektiğini, tek başlarına taksi ya da dolmuşa binmelerinin uygun olmadığını öğreterek, sorunun çözüleceğine toplumu inandırma çabaları gibi... Bu çabaların özünde, kadınlara nasıl davranmaları gerektiği direktifini verme, sorunun kaynağının kadınlar olduğunu gösterme isteği bulunmaktadır. Bu durum, kadınların yaşam biçimlerinin tecavüzü kabulü ya da davranışlarının tecavüzü tahriki ile açıklanırken; faillere ilişkin ise, tecavüzcülerin doğuştan gelen dürtülerinin ya da hastalıklarının kurbanı olarak, aslında mağduriyetlerini tasvir etmektedir. Tecavüzün sorumlusu, dolaylı olarak kadın denmektedir. Ki, tecavüz suçlularına verilen cezalardaki iyi hal indiriminin kaynağı da bu bakış açısıdır.  
Oysa içinde yaşadığımız toplumda; ataerkillik ve erillik, kadınlık hallerini ve rollerini de belirleyen,  toplumsal cinsiyet düzenini inşa eden iki temeldir. Bu bakımdan toplumsal iktidar yapısı, belli kişisel eylemlilikleri/kadının toplumdaki eylemlerini kısıtlayabileceği gibi, baskın erillik davranışlarını/erkeklerin eylemlerini de sınırlandırmayarak, serbestlik tanıyabilir. Böylece, serbest olarak sokakta gücünü gösterebilen erkekliğe karşılık, kadınlarda yaratılan tecavüz korkusu, kadınların özel alana kapanması yönünde işlev kazanmaktadır. Sokakta yaşanan tecavüz olayları yaygınlaştıkça; (i) kadınlar, “kadının yerinin evi olduğu” anlayışına yönlendirilmekte, (ii) tecavüz sokağa ilişkin bir suç olarak konumlandırılmakta ve (iii) kadınlar tecavüzden korunmak için eve kapanmaya güdülenmektedirler. Ancak, çok iyi biliyoruz ki, aynı tür bir erkeklik anlayışının sonucu olarak tecavüz, ailede/özel alanda da kadınların peşini bırakmamaktadır.
Erillik ve ataerkillikle inşaa edilen toplumsal cinsiyet eşitsizliği de, böyle ortaya çıkmaktadır. "34 yaşındaki evli ve 2 çocuklu bir erkek gece 3'te Bağdat Caddesi'nde neden cinsel saldırıda bulunur" sorusunun yanıtı da bu eşitsizlikten çıkmaktadır. Tecavüz eden erkekler için çözüm olarak, kadınların tavır ve davranışlarını değiştirmeleri gerektiğine ilişkin söylemlerin kaynağı da, yine bu eşitsizliktir. Kadının ikincil toplumsal konumu nedeniyle bütün kadınları ve erkek olmayan ‘’diğerleri’’ni aşağılamanın çeşitli biçimlerinden, tecavüz sadece biridir.
Kadın, tecavüz ile iradesi dışında cinsel bir nesne yerine konmakta, cinselliği kullanılmakta ve cinselliğinin özü tahrip edilmektedir. Kadının, erkeğin cinsel tatmininin hizmetinde olduğu ve bir birey olarak iradesinin önemsiz bir ayrıntı olduğuna dair fail algısıyla, kadın bedeni bir nesne olarak yansıtılmaktadır. Saldırgan tarafında ise, tecavüz, bir yandan kendi cinsellik tanımını ve erkekliği, bir yandan da kadına bakışını yansıtan bir eylem özelliği taşır. Bu açıdan tecavüzün dayanağı, ‘’hegemonik erkeklik’’tir. Hegemonik erkeklik, kadınlarla ve tanımlanmış bir erkeklik algısı ile ilişkili olarak yaratılan bir erkekliktir. Bu tür erkeklik, hem kadınlara ve hem de hegemonik erkeklikle çatışan, farklı erkekliklere hükmetme yeteneği ile donatılmış  bir ego ile var olmaktadır. Erkeklikle ilgili güç ve kendine güven, bu egoyu beslemektedir. Dolayısı ile bu türden bir erkeklik algısı, tecavüzü kendini tamamlanmış hissetmek, psişik güvenliğini korumak amacı ile doğal bir biçimde kullanır. ‘’Şeytana uydum’’ sözünün ardındaki gerçek de budur esasında. Şeytan dediği, kendi egosu ile birleşen erkek olmaya dair güce erişme ve bu gücü koruma arzusudur. 
Son yıllarda, Türkiye’de doğrudan siyasal, sosyal ya da ekonomik koşulların sonuçları ile açıklayamadığımız, gelip geçici olup olmadığına dair bir karar veremediğimiz,ama çözülebileceğine de inanmadığımız kötü olaylar için “kültür” kavramını sıklıkla kullanır olduk. “Linç kültürü”, “şiddet kültürü”, “tecavüz kültürü” bunlardan bazıları… Geçtiğimiz yıl, Özgecan’ın  tecavüz edilerek ve yakılarak öldürülmesi, Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Olay infial yarattı, oysa bu coğrafyada çocuk yaşta bile herkesin, hatta hayvanların başına gelebilecek bir olaydı.  Türkiye’de risk altında olan yalnızca kadınlar değil. Kız-erkek çocuklar, yaşını doldurmamış bebekler de, cinsel şiddetin kurbanı oluyorlar.
Ülkemizde yaşayan her kadın ve erkek, yalnız bir kadının ya da çocuğun tecavüze uğrama olasılığını bilir. Bu bilgi, bir bakıma ortaktır ve bu, adeta “kültürel” bir bilgidir. Acaba gerçekten de Türkiye’de bir “tecavüz kültürü”nden söz etmek, mümkün müdür? Esasında bu türden olayları “kültür” olarak tanımlamaya başladığımızda, hepimizin bilincinin derinliklerine yerleşmiş duyuş-düşünüş ve davranışlar arasına bu olayları katıp, “faili meçhulleştiriyoruz”, ‘’sıradanlaştırıyoruz’’, deyim yerindeyse ‘’meşrulaştırma’’ girişiminde bulunuyoruz.
 Bir toplumda tecavüz, linç, çocuk evlilikleri, istismar, adam öldürme gibi suçlar sık sık gerçekleşiyorsa, bu sorunlarla  yüzleşmemenin, sorgulamamanın en kolay yolu “bu zaten kültürümüzde var,” deyip geçmek oluyor. Zaten yüzleşerek çözülmesi zor bir sorun olan tecavüz; sorgulanması, cezalandırılması, onarılması, değiştirilmesi gerekli ve olanaklı bir durum olmaktan çıkarak normalleştirilmiş oluyor. Ayrıca  “tecavüz kültürü” dediğimizde; tecavüzün değişime de kapalı bir durum olduğunun altını çizmiş oluyoruz.

Tecavüz “kültür”  değildir. Bu nedenle “normal” ve değiştiril(e)mez de değildir. Tecavüz, yani rızası olmayan bir bireye yönelik cinsel saldırı, bir suçtur… Suç olduğu için cezalandırılmalıdır, ancak toplum bir baskı oluşturarak iktidarları, kadın ve çocukların güvenliği için, tecavüzü olanaklı kılan koşulların kökten ortadan kaldırılmasının yollarını bulmaya zorlamalıdır.  Ancak bu yol, kadınların sokaklardan çekilmesi değildir. Kadınların sokaklardan çekilmesini istemek ve savunmak, tecavüzü bir kültür unsuruna dönüştürecektir. Cinsiyet eşitsizliklerine dayalı olarak biçimlenen kadınlık ve erkeklik rolleri, kadın-erkek ilişkileri, erkeklerin amansız, acımasız ve usta avcılar, kadınların ise, her daim zalim avcıların önünden kaçmak zorunda olan av hayvanları olarak konumlandırıldığı bir orman fotoğrafını parçalarıdır. Ancak ormanda yaşamadığımızı da çok iyi biliyoruz. Tecavüz, erkeğin kendini iyi ve tamamlanmış hissetmek amacı ile, egosunu ve erkeklik gücünü en iyi ve en kolay gösterebileceği bir eylemdir. Bu gerçekte , erkeğin egosundan dışa vuran bir ‘’erillik bunalımı’’dır. Cinsiyet eşitliği arttıkça, azalacak bir bunalımdır. Asıl tehlike, cinsiyet eşitsizliklerinin pekiştirilmesi ile kültüre dönüştüğünde kadınların yaşayacaklarıdır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder