11 Temmuz 2013

POLİKRASİ DEĞİL DEMOKRASİ TALEP EDİYORUZ…


Kanije HABLEMİTOĞLU                                                                                                                                  17 Haziran 2013

Orantısız polis müdahalesinden birkaç gün önce bazı Taksim Dayanışma grubu üyelerinin yıkımı durdurmaya çalıştığı haberlerini almıştık, ah ne kadar güzel ancak bu iktidar varken nereye kadar durdurabilirler ki diye aklımdan geçirdim ve o gün için hayat ben ve Türkiye’nin birçok yerinde yaşayan vatandaşlar gibi normal akışında devam etti. Daha sonra Sırrı Süreyya Önder çok takdir ettiğim bir şekilde devreye girdi, pasifist eylemci Kırmızılı Kadın ve diğerlerine sıkılan gaz ile ne oluyor diye uyandık ve bir gece ansızın Gezi Parkı’nın polis tarafından basılmasıyla 31 Mayıs’ta viral bir etkiyle tüm Türkiye sokaklara döküldü. Polis masum insanları dövdükçe, gazladıkça binlerce insan vicdanına kulak verdi ve ayağa kalktı. Doğrusunu isterseniz ayyaş, bilgisiz ve alakasız denilen 90’lar nesli ayıldı bilakis akranlarıyla meydanlara çıkamadıkları günler için suçluluk duymaya başladı. Tüm bunlar olurken iki televizyon kanalı ve bazı muhalefet gazeteleri haricinde basın üç maymunu oynadığı için ana akım medya kanalları önünde protestolar düzenlendi, yayın araçları yağmalandı. Gazetecilik etiğine ve meslek onuruna sığmayacak sansür bizzat yılların gazetecileri tarafından yapıldı. Kanalların bağlı bulunduğu yandaş holdinglere mensup bankalar halk tarafından boykot edildi.
                Meydanlarda gördüğüm, şahit olduğum şiddetin boyutu, Başbakan’ın gözünü karartarak kana susamış şekilde kendi gencine, vatandaşına olan nefreti hepimizde travma etkisi yarattı. Ne evde durabildim, ne de uyuyabildim. Başbakan konuşurken annemin hazırladığı Talcid’li suyumu, maskemi elime alarak kapıya yöneldim. Öyle ya, artık Türk anneleri çocuklarının eline kapıdan çıkmadan ceket veya yiyecek tutuşturmuyor, onların yerini limon ve gaza karşı solüsyonlar aldı. Gazdan ciğerlerim çıkacak gibi oldu, yüzüm, gözüm yandı ama dönmek istemedim. Yanımızdan geçen çöpçüler, taksiciler arkanızdayız gençler diye haykırdı. TOMA’ların eylemcilerin üstüne tazyikli su sıkarak neredeyse şehir içinde otomobil hız sınırında ezerek ilerlemesini, polisin kadınları yerlerde sürükleyerek tekmelemesini, doğrudan eylemcilerin üzerine arasında bir metre bile yokken gaz bombası atmasını, bizleri adeta böcekmişiz gibi köşeye sıkıştırmasını unutamıyorum. Yana yakıla ağlayarak doktor yok mu diye çırpınan genç arkadaşlar gözümün önünden gitmiyor. Ethem’in, Abdullah’ın, gözü çıkan ve ağır kafa travmalarıyla yaralanan vatandaşlarımızın haberleri geldi, içimiz yandı, kalbimiz kırıldı, üzüntüden hastalandık.
                Eylemler sırasında bir polisimiz de yaşamını yitirdi. Doğmamış çocuğu yok yere babasız büyüyecek şimdi… Evet, yok yere öldü Mustafa Sarı ve bunun için de kalbimiz çok ama çok acıdı. Verilen emir üzerine teröristleri değil özgürlüğü için direnen eylemcileri kovalarken düştü. Sarı ve ailesi için de yas tuttu bu ülke. Polis direnişçilere “it” dedi, umarsızca saldırdı ama meydanlarda Sarı için de pankartlar vardı. En son gittiğim eylemde bazı polislerle konuşabilme fırsatım oldu. Vicdanlarını tamamen susturdukları ve “biz kanunsuz emir uygulamıyoruz gaz kullanımında bir sınır yok” diyerek kendilerini kandırdıkları izlenimlerim arasında. Lütfen polis adına demagoji yapmayın çünkü polisin insanlık dışı çalışma şartlarını uygulanan şiddet konusunda göz önünde bulundurmak çok güç. Hiçbir koşul, bu sadistliği haklı çıkaramaz. Şimdi diyeceksiniz ki, sen nereden bileceksin adam da ekmek parası derdinde sen mi vereceksin parasını? Hayır, can ve mal güvenliğimizi emanet ettiğimiz polis köle veya sentetik robot asker değildir. Halkı korumak için yemin eden polis, insanlık onuruyla bağdaşmayan şekilde yerlerde yatırılarak, köpeğe mama verir gibi önlerine yemek atarak çalıştırılmayı kabul edemez, masum halkını siz bize saldırıyorsunuz diye yaşlı, kadın, çocuk ayırmadan bahaneyle öldüresiye dövemez, özel mülkiyete, insanlara nişan alarak doğrudan gaz bombası, plastik kurşun sıkamaz. Emniyet-Sen’in bir haftalık bir süre içinde altı polisin intihar ettiği açıklamasını hatırlarsınız… Ruhları şad olsun, Türk polisini bu hale getirenlere de yazıklar olsun. Polisin acilen kolektif bir şekilde görev bırakması gerekiyor, bunun başka çözümü kanaatimce mevcut değildir. Normal olan davranış, suç işlendiğinde veya tehlike anında polisi aramak idi. Artık polis çevremizdeyken kendimizi tehlikede görüyoruz. Bir hayli merak ediyorum, görev yapan memurlara bu hiç mi dokunmuyor? Tabi ki genelleme yapmak istemiyorum ancak mevcut durum ortada, o zaman ne yapmamız gerekiyor? Artık taraftar Çarşı grubuna kolluk kuvvetlerinden daha fazla güvenilmesi ve itibar edilmesi hiç mi polisimizin içine oturmuyor? Hoş, bu ara Çarşı’ya karşı da cadı avı başlatıldı.
Vatandaş ve polis arasındaki gerilimin doruk noktası, polisin artık suçu işleyen taraf olması ve maalesef polisi denetleyen, işlediği suçu soruşturan ve kovuşturanın olmamasıdır. Bu sebeple halkın yargıya, kolluk kuvvetlerine inancı iyice zayıflıyor. İhkak-ı hak hukukumuzda yasaktır ancak halkın hakkını arayabilmek için tüm yollarını kapatırsanız ilkel şekilde göze göz dişe diş mantığıyla kendi hakkını doğru/yanlış yoldan arayan bir insan grubuyla karşılaşırsınız. Bu da ülkemizin geleceği ve gelecek jenerasyonlar açısından korkunç derecede tehlikeli.
Gezi Parkı eylemlerinin amacının sadece çevrecilik olmadığı malum; en güzel tarafı da siyasi bir çatı altında bulunmayışı, her yaştan ve görüşten insanı kucaklayışıdır. Eylemlere karşı çıkan veya tarafsız bakan insanları da anlayabilmek bir derece mümkün. Bazı provokatörlerin bu eylemden kendilerine pay çıkarmaya çalıştıklarını, eylemlerin asıl amacını karalama çabasını da biliyoruz ancak bunu genel halk hareketine yormak kötü niyetten başka bir şey değildir. Radikal AKP partizanları Erdoğan’ı sevmeyi bile ibadet olarak görüyorlar bu yüzden Erdoğan’ın hata yapabileceği fikrini reddediyorlar hatta bir teyzenin Erdoğan’ın g…nün kılıyım diyebilecek kadar ileri gittiğini biliyoruz. Bazıları ise salt ekonomi açısından her olayı değerlendirdiği için piyasaya olan etkisinden memnun değil. Bazıları da aman fişlenirim iş yapamam diye çekiniyor. Bir kısım vatandaş da sosyal medyadan haberi olmadığı, yabancı basını da takip etmediği için yapılan zulümden habersiz, direnişçileri ana akım medyanın yansıttığı gibi vandal ve barbar olarak görüyor. O insanlara kızmak zor, düşüncelerinde özgürler belki vicdanları sorgulanabilir ancak eli sopalı şekilde meydanlara dökülüp polisin yanında elinde taş bile bulunmayan hukuk, özgürlük isteyen direnişçileri darp edenlerin sebeplerini algılayabilmek çok zor. Hiçbir yetkileri olmadan insanlara saldırmayı, can acıtıp bundan zevk almayı kendilerinde hak görebiliyorlar. Bir de babamı katledenlerin bu halk hareketini gerçekleştirdiğini söyleyenler var, Allah onlara akıl fikir versin. Demek ki halk artık ikiye ayrılmış, bu ayrımı yapan da insanlığın, hoşgörünün varlığı ya da yokluğudur. Biz nefret etmiyoruz, biraz gözlem istiyoruz sadece, durup düşünebilmelerini rica ediyoruz…
                Herkesin eylem yapmak için en az bir nedeni var. Peki, üniversiteyi yeni bitirmiş bir genç kadın olarak ben neden meydanlardaydım? Hukukun görmezden gelinerek insanların hüküm verilmeden, sonradan yerleştirildiği ortaya çıkan fabrikasyon kanıtlarla yıllarca tutuklu kalmasını benim aklım almadı. Tutuklu gazeteci sayısında rekortmen olmamızı yaşadığım ülkeye yakıştıramadım. Reyhanlı’da yaşanan katliamın örtbas edilmesinden iğrendim. Toplumda Kemalistlerin kafatasçı, din düşmanı, faşist ve elitist olduğu algısının yerleştirilmesini ve duyulan nefretin çapının büyüklüğünü, kendi halkımdan ayrıştırılmayı artık kaldıramadım. Atatürk’ün yaptığı devrimler ve başta kadınlar için sağladığı özgürlükler hepimiz için vücut bulmuşken ondan nefret etmenin ve ona saygısızlığın liberallik ve çağdaşlık ile bağdaştırılması midemi bulandırdı. Benim atalarıma iki ayyaş denmesini kabullenemedim. İktidar başörtüsü ve din üzerinden siyaset yaparken biz bunu reddettiğimiz için Laik“çi” olarak yaftalandık, hâlbuki din ve vicdan özgürlüğünün ilk garantisini savunuyorduk. Kardeşim diyerek yan yana yürüdüğümüz seçimlerine sonuna kadar saygı duyduğum başörtülü kadınlardan nefret ediyormuşum, üst kimliğe inanıyorum diye etnik kimliklerin varlığını ve hak ettikleri özgürlükleri göz ardı ediyormuşum gibi görülmekten bıktım. Memur çocuğu olmama ve tüm benliğimi bu ülke uğruna ortaya koymama rağmen iyi eğitimliyim diye sanki utanılacak bir şeymiş gibi başkalaştırılarak muamele görmekten yoruldum. Yani anlayacağınız şu an hiçbir siyasi partiyi desteklemesem de bir ideolojim var diye baskı görmek beni yerimden kaldırdı. Halka inmek gibi halkı aşağılayıcı bir konsept uyduruldu. Sanki halkın seviyesi aşağıdaymış, bizim inmemiz gerekiyormuş gibi. İşte bu yüzden ben bu apolitik, herkesi içinde barındıran direnişle gurur duydum ve her şekilde parçası olabilmek istedim.
                Gelelim diğer sebeplerime. Bir kadın olarak vücudum üzerinde bırakın devlet otoritesini, ailem dâhil herhangi bir bireyin bile söz hakkı olamaz. Bu yüzden bu ülkede cinsellik eğitimi ve kadınlara sahip oldukları seçeneklerin sunulması yerine ertesi gün hapının reçeteli yapılmasına, kürtajın cinayetle ilişkilendirilmesine, sezaryenin korkunç bir seçenekmiş gibi lanse edilmesine, aile içi şiddetin sadece evlilik birliği dâhilinde algılanmasına, kadın cinayetlerinin artmasına ve en az üç çocuk yap denmesine seyirci kalamadım. Bir kadın olarak bana bu şekilde karışılması tabiri caizse beni çileden çıkardı. Toplu tecavüz mağduru kız çocuğuna “tahrik etti” denildiği için kalbim öfkeyle doldu.  Bakın çok ilginçtir iktidar partisine mensup entelektüel kadınların sayısı da oldukça fazla olmasına rağmen seslerini çıkarmıyorlar ve bu beni utandırıyor. Partinin yaptığı mitinglerde kadınlar hep arka planda. Küçücük kız çocuklarına “Allah korkusu olan koca istiyoruz” pankartları verdikleri için yürüyorum. O kadınlar için de sokaktayım, sokaktayız çünkü sesini çıkar(a)mayan kadınların da sesi olmak zorundayız. Biz ikinci sınıf vatandaş değiliz. İşte bu yüzden direniyoruz. Kimse kusura bakmasın, kadının yeri ne evidir ne de görevi erkek konuşurken susmaktır. Bunu bana kimse din ve kültürle açıklayamaz çünkü elimizde evrensel ve mutlak bir hak var: biz eşitiz. Eşcinseller, transseksüeller ve seks işçileri için de yürüdüm. Onların maruz kaldığı nefret suçlarına karşı, onurları devamlı incitildiği, sevginin cinsiyeti olduğu sanıldığı, toplumdan itildikleri ve iş imkânı sağlanmadığı için de meydandaydım.
Dindarlığı ve ahlakı bacak arasında gören Cumhuriyet öncesi Türkiye’sini kendimin de ilerde doğacak çocuklarımın da yaşamasını istemedim. Bu yüzden Başbakan’ın kucağa oturma lafını duyduğumda kan beynime sıçradı, aşağılandım, tiksindim. Eminim bundan başörtülü kadınlar da bir o kadar rahatsız olmuştur. Müslümanlığın tek din gibi dayatılması, diğer dinler ve inançlara, inançsızlığa saygısızlık yapılması, insanların kâfir muamelesi görmesi ve özellikle Alevilere yapılan saldırılar kanımı dondurdu. Sanatın müstehcenlik iddialarıyla kısıtlanması, sanatçının hor görülmesi, hatta tehdit edilmesi gücüme gitti. Başbakan’ın bana çapulcu, ayyaş ve omurgasız demesini hazmedemedim. İhaleler ile arazilerin, enerji, yol, telekomünikasyon, vb. hizmetleri veren kurumların yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekilmesine yeter demek istedim.
Türkiye’nin Başbakanının çirkin üslubuyla mahalle kavgasına adam toplar gibi istesek bir milyon genci toplarız veya yüzde elliyi evinde zor tutuyoruz şeklinde insanları tehdit etmesi, ayrıştırması, parkta sidik kokusu var, büyük abdestlerini yapıyorlar demesi çok utanç vericiydi. Hele de bizi temsil etmeleri için “sanatçı” olarak kimsenin umursamadığı Hülya Avşar ve Necati Şaşmaz’ı muhatap kabul etmesi son derece aşağılayıcı oldu. Alkol yasası söz konusu olduğunda Avrupa’yı parmakla gösteren Başbakan, Avrupa kendisini eleştirdiğinde onlar kim oluyor diyerek ironik ve talihsiz bir yaklaşıma da imza attı. İki kadeh içen insanların alkolik olduğu ancak iki kadehi içip de kendisine oy verenlerin bu kategoriye girmediğini söylediğinde gülmekten yerlere yattık. Aynı çelişkili yaklaşımı sosyal medya ve Twitter konusunda da halen göstermektedir. Bir yandan Twitter için bela derken aynı anda da kendi partililerine hesap açın ve parti icraatlarını duyurun diyebilecek kadar kafası karışmış durumdadır. Herkesin özgürce fikirlerini ifade edebildiği, artık haberleri doğrudan alabildiğimiz bu ortamları yasal olarak regüle etme fikri ve insanları bu sebepten gözaltına almak Türkiye’nin geleceği açısından son derece kaygı vericidir.
                Bozuk plak gibi tekrarlanan dış mihraklar ifadesine de gülmemek işten değil. Halk hareketini, özgürlük ve birlik arayışını bu kadar küçük görmek ne kadar sağlıklıdır tartışılır. Bu hareket siyasi ve yurtdışı güdümlü olmadığı gibi tam tersi iktidar ve muhalefetin siyaset ile yarattığı problemleri çözebilme ve özgürlük sağlama amaçlıdır. Devlet otoritesinin yaptığı şiddete karşı yürüyoruz, eylem yapıyoruz. Olaylar karşısında yapılan bir AKP mitinginde yapılan röportajlarda bizlere kukla diyenlere, hatta hala itilaf devletlerinin varlığından söz eden insanlara rastladık. Yazık, yaklaşık yüz yıla yakın olaylardan geride kalma durumu söz konusu olmuş o yüzden eğitim şart kalıbını sıklıkla tekrar etmek lazım, okumak, öğrenmek lazım.
 Hizmet ve saygı sadece iktidar partisine oy veren tabana mı müstahaktır? Bizim düşünce ve ifade hürriyetimiz, hak talep etme imkânımız yok mudur? Demokrasiyi sadece sandıktan ibaret görebilmekteki yanlışlığı tarif etmek, anlatabilmek gereklidir. Demokrasinin aslında çoğunluğun hâkimiyeti anlamına gelmediği ve basının devamlı sansürlenip kontrol altında tutulduğu polikratik bir yönetim sistemini hak etmediğimizi ifade etmek çok önemli. Yargıya güvenin kalmadığı, hükümetin halkın taleplerini görmezden geldiği ve haksızlığa sayısız defa maruz kalınan bir ülkede halkın protesto etme hürriyeti zaten mevcut olduğu gibi bu davranışı da tabiidir. Hele ki hukukun önemli süjelerinden olan avukatların yerlerde sürüklenerek, itibarları hiçe sayılarak yaka paça gözaltına alınması suretiyle görevlerini layıkıyla yerine getirmelerinin engellenmesi hak arama hürriyeti, hukuki dinlenilme hakkı ve adil yargılanma haklarını tehlikeye düşmektedir. Önemli olan nokta bu olaylardan sonra ne olacağıdır. Başbakanın seçimlerle iktidara geldiğinde halkı peşinden sürükleme konusundaki başarısını yadsımak imkânsız ancak bu başarıyı, arabuluculuğu neden bu olaylarda göstermediğini ve amacını sorgulamak gereklidir. Bu direnişin sonucunda birliği bozmadan herkesin taleplerini belirli bir oranda karşılayabilecek bir oluşuma ihtiyacımız olduğu tartışmadan uzaktır. Vatandaşların tek tek fişlenmesi, toplumun yaşadığı bu travmalar ne gibi sonuçlar doğuracaktır, bekleyip göreceğiz.
                                                                                                                              

6 Mart 2013

Sulandırılmayan Bir Anne Sütü Kaldı... 6 Mart 2013


Sağlık Bakanlığı'nın Süt Bankası Projesi Türkiye’de çeşitli çevrelerde tepki çekmeye devam ediyor. Anne sütü alamayan bebeklerin anne sütünden yoksun kalmalarını önlemek ve bebek ölümlerinin önüne geçmek amacıyla Bakanlık tarafından uygulamaya geçirilecek olan ‘’süt bankası'’’yla birçok bebeğin başka annelerin sütleri ile beslenmesi planlanıyor. Ancak söz konusu uygulama ile ilgili dini açıdan endişeler son bulmuyor. Hatta Sağlık Bakanı'nın projeden bir an önce vazgeçmesi gerektiğini söyleyen bazı gıda örgütleri var. ‘’… birilerinin Başbakan'a şirin gözükmeye çalıştığını savunarak; şimdi Başbakan Erdoğan'dan bakanına talimat verip hem dini açıdan yasak hem de genetik açıdan tehlikeli olan bu oyuna son vermesini bekliyoruz. Aksi halde orta vadede birçok yasak evliliğin oluşmasına yol açabilir. Girişimin doğru olmadığını bakanlık da görmüş olmalı ki, Bakan'ın her yeni açıklaması bir adım geri çekilme şeklinde oluyor" biçiminde açıklama yaptılar.

Sağlık Bakanı Dr. Müezzinoğlu, son günlerde gündemden düşmeyen süt bankası tartışmaları ile ilgili olarak, tüm duyarlılıkların dikkate alındığını belirterek, tedbirleri ihmal etmeden bebek ölüm oranlarını düşüreceklerini, kan bankası gibi tamamen gönüllülük esasına göre işleyecek bir sistemi öncelikle yenidoğan yoğun bakım ünitesi bulunan hastanelerde kurulacaklarını açıkladı. Bilindiği gibi, anne sütünün eksikliği bebeklerde büyüme ve gelişmeyi geriletir ve bunun maliyetleri geleceğe aktarılır.  Bu nedenle ‘’süt bankası’’ kurmayı düşünen Sağlık Bakanlığı insan sütünün saklanmasının ve ihtiyacı olan bebeklere verilmesinin dini koşullarını belirlemek için Diyanet İşleri Başkanlığından da görüş (fetva) istemiştir.  Diyanet İşleri Başkanlığı ilgili kurulu, 7 ana başlık altında görüş bildirmiştir, bunlar;

(i) ‘’ Başka bir kadının sütünü içen çocuklar arasında oluşacak mahremlik durumunu olabildiğince daraltmak için’’ bir önlem  olarak bir kadından alınan sütün sadece erkek ya da sadece kız çocuklara verilmesi,
(ii) Süt verecek kadının kendi çocuğunu sütten yoksun bırakmaması,
(iii) Süt veren kadınla süt verilen çocuğun kimliklerinin kayıt altına alınması ve bu bilginin her iki tarafa da verilmesi,
(iv) Bu durumun yasal düzenlemeyle güvence altına alınması,
(v) Evliliğe engel oluşturan süt kardeşliği durumunun daha da genişlememesi için birden fazla anneye ait sütlerin karıştırılmaması,
(vi) Süt veren anneye masrafları dışında bir ücret verilmemesi, alınan sütlerin para karşılığı satılmaması,
(vii) Annesinin sütüyle beslenme olanağı olmayan bebeklerin  bu sistemden yararlandırılmasıdır. Bu görüşlerin tamamı Bakanlığın çalışmaları kapsamında değerlendirilen sağlık, sosyo-kültürel ve ekonomik kuralları yansıtan açıklamalardır. Ancak dini referans aldığıklarını söyleyen çevreler ikna olacak gibi görünmemektedirler.
              
Anne Sütü

Anne sütü ile beslenme bebekler için ‘’toplam gıda güvenliği’’ni sağlar. Bebekler için hem tam bir gıda olarak 6 aydan daha uzun süre tüketime hazır, hemen üretilebilir ve hem de besleyici özelliği olan başka bir gıda maddesi yoktur. Anne sütü ile beslenen bebekler büyürken de temel besin maddeleri ve enerji açısından sorun yaşamazlar. Anne sütü çocukların beslenme bozukluğundan ve daha sonraki yaşlarda görülebilecek gıda yetersizliklerinden korunmalarına yardım eder. Anne sütü bebekler için ilk gıdadır. Anne sütü ile besleme kadına, aileye, topluma ve tabii ki gezegenimize ekolojik bir beslenme, organik de denebilir, olduğu için yarar sağlar. Dünya Anne Sütü ile Beslenme Eylem Birliği(WABA-World Alliance for Breastfeeding Action) anne sütü ile beslenmeyi desteklemek, geliştirmek ve yaymak için çalışan aktivistleri, gönüllüleri hatta sağlık çalışanlarını ve sivil toplum örgütlerini  bir araya getiren küresel bir network(ağ) dür. WABA bu kimliği ile Dünya Gıda Zirvelerinde hane halkı gıda güvenliği tartışmalarına NGO forumları  ile dahil olarak lobi faaliyeti yapmaktadır. Gıda güvenliği karmaşık bir sorundur ancak, anne sütü ile beslenme gıda güvenliği ile yakından ilişkili en basit ve en doğal çözümdür.

Her yıl doğan 150 milyonun üzerinde bebek için anne sütü ile beslenme yaşamın ilk 6-12 ayında garantili gıda güvenliğinin garantisidir. Anne sütü yaşamın ilk 2 yılı ve daha sonrası için de önemli bir sağlık yatırımıdır. Çünkü anne sütü ile beslenme özellikle yoksul ailelerin bütçelerinden bebeğin beslenme harcamalarını, aile için gerekli diğer gıda maddelerine aktarmalarını kolaylaştırır. İşlenmiş sütün sağlıklı bir diyette gerekli olduğuna ilişkin genel geçer yargıların zaman zaman tartışıldığı,  insanların 4-5 yaşlarına kadar süte ihtiyaç duydukları, bu yaşlardan sonra, sütün tüketilmesinin çok da önemli olmadığı bile ileri sürülebilmektedir. Özellikle kırsal kesimde taze sütü sağlıklı koşullarda çoğu zaman bulmak güçtür. Bunun nedeni süt hayvanlarından alınan sütü ailelerin kendi tüketimleri için ya hiç ayıramamaları ya da uygun koşullarda saklayamamaları ve tüketmeye hazır hale getirememeleridir. Bu durumda bebekler hazır/işlenmiş besinler, karışımlar ya da süt tozu gibi gıdalarla beslenmektedirler. Ayrıca dünyanın her yerinde süt ürünleri için büyük bir pazar baskısı vardır.

Bebekler için gıda güvenliği hamilelik ile başlar. Anne sütü ile beslenmeyi savunanlar anne sütü ile beslenmenin ulusal gıda güvenliği stratejilerinin bir parçası olarak görülmesi gerektiğini sıklıkla vurgularlar. Ayrıca anne sütünün bir ülkenin gıda kaynakları ve gıda dengesi hesaplarında kapsanması gerektiği üzerinde durulmaktadır.

Anne Sütü ile Beslenme Küreselleşme Karşıtı Bir Eylemdir

Dünyadaki yaygın ve büyük gıda şirketleri (Nestle, Cargill, Monsanto vs.) küresel gıda güvenliğinde söz sahibidirler. Bu şirketlerin, anne sütünün yerine geçen besin ögeleri içeren ek gıdalar ürettikleri iddiası ile yaptıkları reklam ve pazarlama kampanyaları pek çok gelişmiş ülkede tepki çekmektedir. Özellikle WABA’nın önderliğinde bu ürünlerin boykot edildiği de bilinmektedir. Anne sütünün önemine ilişkin farkındalığı yaymaya yönelik kampanyalar ile tüketicilerin kararlılığı büyük şirketlerin pazarlama politikalarının değişmesine yol açmıştır. Bu nedenle ek gıda reklamlarının ardındaki mesaj; genellikle bebeklerin bağışıklığını güçlendiren ürünler satmak üzerinde yeniden düzenlenmektedir. Ancak bu durum bir kaç kimya, tohum ve gıda şirketinin dünya kaynaklarını kontrol eden tekeller olarak faaliyet gösterdiği gerçeğini tabii ki değiştirememiştir. Çünkü ,serbest ticaret bu şirketler ve dayandıkları endüstri için sınırsızdır.

Anne sütü ile beslenmenin karşısındaki en önemli tehdit gücü giderek artan ulus aşırı gıda şirketleridir. Artık neyi nasıl yiyeceğimizi daha fazla kontrol eden bu şirketler,   seçilmiş hükümetleri de uluslararası ticaret anlaşmaları ile etkilemeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de bebekler için anne sütü bankasına inanç hasasiyeti ile karşı çıkanların dolaylı olarak kimlere destek olduklarının farkında olmaları gerekmektedir.
İşlenmiş gıdalarla beslenmenin örgütlendiği ülkelerde insanın var oluşunu destekleyen doğal yaşam döngüsü iki temel doğa aktivitesi üzerinde tehdit içermektedir:

Birincisi; bir yeni doğan için anne sütünün üretimi ve bebeğin anne sütü alması anneden kızına, nesilden nesile, geçen emzirme bilgisinin aktarılmasını sağlayan etkileşim zincirinin kırılmasıdır.
İkincisi ise; tohumdan bitkiye gıda üretimi ile gıdanın hazırlanması arasındaki bilginin aktarılması için gerekli etkileşimin tahrip edilmesidir.

Kadınlar bebeklerinin anne sütü ile beslenmesine ilişkin bilgiye doğal yollarla izleyerek ya da içgüdüsel olarak erişebilirler, tıpkı tohumdan gıda üretmenin mümkün olduğu bilgisini binlerce yıldır taşıdığımız gibi… Ancak kadınların endüstrileşmiş/ gelişmiş ülkelerde anne sütü ile beslenme bilgisini/alışkanlığını giderek kaybettikleri, anne sütünün değerinin farkında olsalar bile bebekleri için hazır/işlenmiş ürünleri tercih ettikleri de bilinen bir gerçektir. Hem tohumlar hem de çocuklar gelişmeleri için beslenmelidirler. Hiçbir şey bu doğal yaşam döngüsünü bozmamalıdır. Oysa her iki döngüde aynı süreçleri uygulayan aynı şirketlerin tehdidi ile karşı karşıyadır.

Genetik olarak insan proteinleri ilk transgenik süt danası Herman’a aktarılmıştır. İnsan proteini ile anne sütü değerinde süt üretmek için insan geni taşıyan biyolojik bir ortam yaratmaya ilişkin deneysel çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Anne sütü ile beslenmeden yana olan kadın örgütleri tarafından yürütülen protestolardan sonra şirketler elde ettikleri  bu ürünü ‘’AİDS’i iyileştirmek için değiştirilmiş laktoferrin içeren ürün’’ olarak tanımlamaya başlamışlardır. Transgenik süt hayvanlarından elde edilen sütteki insan proteininden üretilen bebek besin formullerinin, kesinlikle anne sütünün yerini alamayacağı, bügün çeşitli ülkelerde sıklıkla dile getirilmektedir.

Mart 1998’de bir Amerikan şirketi olan Delta ve Pine, terminatör bir teknolojinin patentini alarak, kendi embriyolarını imha edecek biçimde programlanmış tohumları üreterek pazarlamıştır. Böylece insan yaşamının dayandığı tohum-bitki döngüsü telafi edilemez ölçüde kırılmıştır. Bu teknolojinin amacı Amerikan şirketlerinin sahip olduğu tohumların değerini arttırmak ve 3. Dünyada yeni pazarlar açmaktır.  Mayıs 1998’de bu terminatör teknolojiyi Monsanto şirketi satın almıştır. Amerikan Ev Ürünleri Şirketi AHP, Monsanto ve Wyeth de dahil olmak üzere pek çok tarım kimyasalları üreten şirketleri satın alarak dünyanın en büyük ilaç, tarım kimyasalları ve yaşam endüstrisi şirketi olmuştur. Anne sütü ile beslenmeden yana olan kadın örgütleri, bu şirketlerin üretim anlayışlarının neden olduğu bozulmanın, anne sütünün çeşitli toksinler içermesine yol açtığına ve bununla mücadele edilmesi gerektiğine dikkati çekmeye çalışmışlardır. Anne sütü ile beslenmeden yana olan kadın örgütleri, emzirmenin hem kadınların kendi bedenleri üzerindeki kontrollerini sembolize ettiğini, hem de kadınların medyadaki tüketici ve cinsel obje algısı ile mücadelelerine katkı sağladığını öne sürmektedirler.

Kadın örgütleri anne sütü ile beslenmeyi benimserken, bunun kadınların statüsü ve koşullarını geliştirmek için kadın hareketinin belirlediği uzun vadeli hedeflere uygun ele alınması gerektiğini de belirtmektedirler. Ayrıca emzirmenin bebeklerin sağlığı için yararlarının yanı sıra kadınlara sağladığı yararların öne çıkarılması ile anneliğe verilen değerin farklı bir boyut kazandığına işaret ederken, bu yaklaşımın kadınların üretim ve yeniden üretim(çocuk doğurma) rolleri arasındaki ilişkinin bir kez daha düşünülmesine katkı sağladığını savunmaktadırlar.

Anne sütü ile beslenme konusunda kadınlar bilgi aktarımı için diğer kadınlara güvenirler. Bu konuda doktorlara da güvenmeyi isterler. Doktorlar anne sütü ile beslenmenin karşısındaki bebek besinleri üreten şirketlere yenilmemeli, bu ürünleri geç önerme ya da hiç önermeme açısından  fikir birliği içinde olmalıdırlar. Emzirmeye ilişkin kadın hareketi içindeki dayanışma, kadınların üretim ve yeniden üretim yaşamlarını birleştirme gücünü arttıracağı gibi, kadın dayanışmasının biyolojik ve kültürel yanını da destekleyecektir. Feminist anlayış içinde emzirme, AİDS, cinsellik ve kadın sağlığına ilişkin sorunların açıklanması ve çözümüne ilişkin çalışmalarda kesişme noktası olmalıdır.

Emzirme küreselleşme ile yaygınlaşan işlenmiş gıda tüketimine ters düşen, aynı zamanda ekolojik bir davranıştır. Anne sütü ile beslenme kampanyaları bu açıdan tüketici hareketi ile de uyumludur. Ancak özellikle kadın hareketi içindeki pek çok çalışmada emzirmenin bu boyutlarına hiç değinilmez. Kadın sağlığına ilişkin kampanyalar daha çok mensturasyon, doğum/doğum kontrolü, kürtaj, menapoz gibi konularda yoğunlaşır. Son yıllarda BM’in ilgili organları ve WABA’nın düzenlediği küresel forum ve toplantılarda ‘‘ilk 1 yıl anne sütü’’ daha çok bebek odaklı ülke kampanyaları(ki, Türkiye’de sıklıkla yapılan) gündeme gelmektedir.

Emzirme Bir İnsan Hakkı Konusudur

Emzirme kadınların ve çocukların haklarını birleştirir. Emzirme-anne sütü ile beslenme bir kadın-çocuk hakkıdır. Birbirinden ayrılmaz. Konu sadece kadınların emzirmeyi isteyip istememesidir. Bu durumda kadının çocuk sahibi olmayı isteyip istememesi gibi düşünülmelidir. Kadın çocuk sahibi olmayı seçerse bunun koşullarına ilişkin bütün bilgiye ulaşmalıdır. Ailesi, toplum ve sağlık kuruluşları bu bilgiye  ulaşmasında önemli kaynaklardır. Kadınları emzirmeye yönlendiren kampanyalar da görev yapan sağlık çalışanlarının tutumları zorlayıcı olduğunda sonuç başarısızlıktır.

Dünyada anne sütü ile beslenmeyi destekleyen kampanyalar pek çok yarar sağlayacağı düşüncesi ile desteklenmektedir. Bunda öncelikle emzirmeye vurgu yapan Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi insan hakları belgelerini içeren  uluslararası sözleşmeler dikkati çeker. Ancak en önemlisi anne sütünü oluşturan besin ögelerini kapsayan hazır gıdaların pazarlanmasına ilişkin gıda kodeksleridir. Dünya Sağlık Örgütü WHO ve UNICEF’in desteklediği 1981 yılından beri aktif hale gelen bazı kurallar, anne sütünün içerdiği besin ögelerini kapsayan hazır bebek mamalarının ve ek bebek gıdalarının geliştirilmesini yasaklamıştır. Bu yasaklama, bebek gıdalarının ambalajlarında ‘’bebekler için 2 yaşına kadar en iyisi anne sütüdür’’ yazılmasını sağlamıştır. Buna karşın yine de hazır gıda pazarında feminist bir bakış açısına duyulan ihtiyaç açıktır. Çünkü bütün bunlar insanların sorunu bir kadın hakkı ve çocuk hakkı olarak algılamasında yeterli olamamaktadır. Emzirme-anne sütüne ilişkin kampanyalarda ince bir çizgi vardır. Bebeklerini emzirmeyi seçmeyen kadınların kendilerini suçlu hissetmelerine yol açılmamalı, büyük şirketlerin bioteknoloji uygulamaları tüketici örgütleri ve kadın örgütleri tarafından izlenmeli, gerekli tepkiler gösterilmelidir. Ayrıca emzirme en iyi ekonomik yatırımdır. Buna ilişkin kar/zarar analizlerini ekonomistler kolaylıkla açıklayabilirler. Ancak pek çok insan için bu karmaşık olabilir. Bu nedenle kar/zarar dönüşümü açık ve basit ifade edilmelidir.

Anne sütü alan çocuk emzirme aracılığı ile annenin biyoritmine uyum sağlar, annenin yaşam düzenine alışır. Emzirme anne ve bebek arasındaki en tamamlayıcı ve gerekli iletişim biçimidir. Ayrıca emzirme yeryüzündeki yaşamın çeşitliliğini koruyan tek ve düzenli bireysel bir uygulamadır.

Bugün Neden Tartışıyoruz ?

İslamiyet anne sütünü kutsal kabul eder. Hatta sevap ya da günah anlamı taşıyan bir yanı da vardır. Ancak sonuç olarak bir gıda türü olduğu da unutulmamalıdır. Genetik aktarımına dair bir bulgu olmayan ancak bebeklerin büyüme ve gelişmesi için tartışmasız yararları olan anne sütü, geleneksel ve inanç temeli de bulunan bir gıdadır.  Kayıt altına alınan gönüllü annelerin sütü yararlanan ailelere bildirilerek dağıtılacaktır. Bu kayıtların nasıl tutulacağı bilinmemekle birlikte etnik, dinsel hatta mezhepsel sorgulamanın olup olmayacağı endişeleri bakanlığın önceki  hasta kayıt çalışmaları nedeni ile kaygı uyandırmaktadır. Anne sütü bankasının ateistya da farklı mezhepten ve dinden bir annenin gönüllü olması riskinden çok yeni bir kutuplaşma aracı olup olmayacağının anlaşılması gerekmektedir.

Yaşamsal önemi olan doku/ kan nakillerinde akla gelmeyen ve gelmemesi gerekenler, anne sütünde dini hassasiyetlerle öne çıkarlıyorsa kayıtların ayrıntılı tutulması önerilebilir. Gelişmesi az dinsel güdülenmesi yüksek bir toplumda bunlar daima göreceli tartışılmaktadır. Bu nedenle uygulama tıpkı torba kan nakillerinde olduğu gibi gerçekleştirilmelidir. Kısaca kayıt ayrıntılı olmamalı ve taraflara bildirim söz konusu olmamalıdır. Zira anne memesinden soğutma ve diğer koşullarla hijyenik ambalaja inanç/geleneksel anlamını kaybederek giren anne sütünün artık bir gıda olduğu kabul edilmelidir. Bilindiği gibi, kısa zaman önce de kutu içindeki UHT sütlerin sağıldığı andan daha farklı olduğu ve kutu içinde kanserojen özellikler taşımaya başladığı gibi tartışmalar yaşanmıştır. Sağlık Bakanlığı’nın anne sütünün hijyen koşullarını sağlamakla yükümlü olması gerekirken, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan görüş almasının tıbbi bir gereklilik olmadığı da açıktır.  Üstelik dinsel hassasiyetlerle yapılan itirazların ulus aşırı gıda kartellerinin ekmeğine yağ sürdüğü gerçeği de ortada iken...