17 Aralık 2012


BANA 10 YILDIR SORULAN SORUYU BEN SORUYORUM; NECİP HABLEMİTOĞLU’NU KİM ÖLDÜRDÜ BULMAYA NİYETİNİZ VAR MI ?


Şengül HABLEMİTOĞLU / 17 Aralık 2012

Önce hakkında bu kadar çok şey yazılan bu insan kimdir bundan biraz söz etmek gerek… ‘’ Necip 28 Kasım 1954 yılında Ankara'da doğdu, Atatürk Lisesi’ne gitti, üniversite eğitimini 1977 yılında Ankara Üniversitesi Siya­sal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu'nda tamamladı. Türkiye’ninsiyasi ve toplumsal olarak en karışık dönemlerinde üniversiteyi bitirdi ve  1977-1978 yıllarında Dilde, Fikirde, İşde Birlik adlı aylık bir dergi yayımladı. 12 Eylül 1980’e kadar geçen sürede de çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştıktan sonra akademiye geçti, YÖK’le birlikte bütün üniversitelerde kurulan Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktorasını yaptı ve öldürüldüğü akşama kadar öğretim görevlisi olarak Ankara Üniversitesi’nde Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi dersleri verdi. Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalışmalar yapan Necip, Orta Avrupa ve Balkanlar'da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konusunda alan çalışmaları yürüttü. Bu çalışmalar çeşitli gazetelerde yazı dizisi ola­rak yayımlandı. 1995-1996 yılları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü'nün bir projesinde (UNDP) görev alarak Moldova'da Gagauz Türklerinin Latin alfabesine geçişi ile ilgili ola­rak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında Cumhuriyet döneminin başında, bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirleyerek bu öğretmenlerin bugün yaşayan öğrencileri ile geniş bir sözlü tarih çalışması yaptı ve bir kısmını “Kemal'in Öğretmenleri” başlığı ile yayımladı. Çalıştığı alanla ilgili çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Necip Hablemitoğlu öldürüldüğü 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesi’nde “doktor” unvanıyla öğretim görevlisi ola­rak binlerce öğrenciye 25yıl  boyunca dersler verdi. Bir öğrencisi ’…Necip Hablemitoğlu, ülkenin çeşitli yerlerinden gelip üniversiteye yeni başlamış pek çok genç için, yüzünün aydınlığı ve bilgisinin enginliği ile "demek aydın kişi böyle oluyormuş" dedirten, onların nazarında hiç diğer hocalara benzemeyen, kendisine duyulan sevgi ve saygıyla diğer hocaları da kıskandıran, o dersi verirken sıkmadığı gibi, öğrencilerini pikniğe gitmişlercesine mutlu hissettiren dopdolu bir inkilap tarihi hocasıdır aynı zamanda...’’ Bir diğeri  Gulen yuzu,icten davranislari.mütevazi kisiligi,yardim severligi,ögrencisine duydugu sevgi ve engin bilgisiyle mükemmel bir hocaydi. ‘’ diyor.

İlk kitabı II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırım Türklerinin ken­di topraklarından zorunlu göç ettirilişini anlatan ve 1974 yılında yayımlanan Yüzbinlerin Sürgünü’dür. Çarlık Rusyası'nda Türk Kongreleri (1905-1917), Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893-1920), Alman Vakıfları ve Bergama Dos­yası, Kırım'da Türk Soykırımı, Gaspıralı İsmail, Milli Mücadele’de Yeşil Ordu Cemiyeti, Sovyet Rusya’da Devlet Terörü ve Köstebek yazarın diğer kitaplarıdır. Necip Hablemitoğlu'nun özellikle Tür­kiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve Kırım Türkleri konusunda yayımlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Bir Kırım Türkü olan Dr. Necip Hablemitoğlu Kırım Türklerinin Türkçü lideri İsmail Gaspıralı’ya ait tarihi belge­lerden oluşan bir arşive de sahipti. Ayrıca öldürüldüğü dönemde Türkiye ve yurtdışında faaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ve Alman vakıfları ile Avrupa Birliği Uyum Yasaları içinde yer alan vakıflar yasası konularında çeşitli araştırmaları bulunan Necip Hablemitoğlu, çalışma alanına ilişkin Türkiye’de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi toplantılarda sayısız konferanslar verip çeşitli televizyon ve radyo programlarına katıldı. Ama her şeyden önemlisi yaşadığı sürede Kanije ve Uyvar için mükemmel baba nasıl olunur için hep örnek oldu… ‘’
Türkiye gibi sancılarla kurtulmuş ve kurulmuş, hep sancılarla ayakta durmaya, var olmaya çalışan bir ülkede, hele de Necip gibi bir yol arkadaşınız varsa, yaşamda böyle bir noktaya gelmek, benim bulundu­ğum yerden, bu satırları yazıyor ol­mak hiç de şaşırtıcı değil. Bu Ölümleri öyle kanıksamışız ki, olaydan sonra benim ilk sözlerim "...zaten bekliyorduk..." oldu. Öylesine kanıksamışız ki, bir gün böyle bir şey olur­sa ne yapacağımızı bile O'nunla konuşmuşuz. Öyle çok ka­nıksanmış ki, kurulan cümleler hep şöyle başlıyor; "...Hablemitoğlu kendisinden önce öldürülen aydınlarımız gibi..." deniliyor. Sevgili Necip, hangi değer, hangi inanç, hangi kazanç, hangi çıkar, -ya da ne denirse densin- ne uğruna öldürül­dü? Bu sorunun yanıtını benim vermem mümkün değil.. Ama ben O'nun ne uğruna ölümü göze aldığını çok iyi biliyorum. O'nun bildik deyişle "karıncayı bile incitemeyecek" naif ve zarif insanlığı kadar geniş ve cesur yüreği ile Türkiye'yi çok sevdiğini biliyorum. "...Türkiye'nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bun­ca zahmete, mihnete değer mi, diyorsanız, Atatürk'ün manevi mirasçısı olarak evet değer, diyorum. Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!..." diyen Necip, bir gün öldürüleceğini bilerek yaşadı. O ve O'ndan öncekiler biliyorlardı da, ne yazıktır ki, bu ülkeyi yönetenler bunca cinayete, teröre rağmen bu ülke­nin yol geçen hanı olmasının önüne geçmeleri gerektiğini hala anlayamıyorlar.

Necip, "Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Ülke: Türkiye" çalışmasında diyor ki, "...bir terör eylemi­nin planlanmasından gerçekleştirilmesine kadar geçen evrelerde o kadar çok çıkar hesapları ve manüplasyonlar söz konusu olmaktadır ki, bir terör eylemi­nin nereye kadar ulaşacağı ya da nihai sonuçlarının ne olacağı asla önceden kestirilememektedir. Küresel­leşen terörde son örnek, ikiz kulelerin yerle bir edili­şidir. Diyelim ki failleri de belirlenmiştir. Ama bu ey­lemi kimin yaptırdığına, kimin yönlendirdiğine gelin­ce, bu sorunun yanıtı asla tam olarak ortaya çıkarı­lamayacaktır. Tıpkı, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ah­met Taner Kışlalı, Muammer Aksoy gibi Cumhuriyet şehitlerinin öldürülmesini esas planlayanların ortaya çıkarılamayışı gibi. Sadece araç olan tetikçilerin kim oldukları, ideolojileri, tabiyetleri, inanç ya da inanç­sızlıkları önemli değildir; yanıltıcı olan, sadece tetik­çilere bakarak yargıya varmaktır. Doğru yaklaşım ise, söz konusu Cumhuriyet şehitlerinin faaliyetlerin­den en çok hangi dış ülkenin çıkarlarının zarar gör­düğünün belirlenmesinin yanı sıra, aynı kayıpları tek­rar vermemek için gerekli caydırıcı önlemlerin alın­masıdır..." Evet, kendi ölümünün faillerini de açıkça ortaya koyan, katilini çok yakından tanıyan Canım Necip, bahsettiğin ön­lemler, uyarıların dikkate alınmamıştır. Bu önlemleri almak yerine, "...kardeşim, sen de git yazdıklarına biraz dik­kat et., "denmiş ve hatta hakkında sahte tutuklanma / gö­zaltı belgesi düzenlenmiş, bir de bu sahte belge -yaygın de­yişle- bir kısım medya tarafından kullanılmış, aynı bir kısım medyaya Necip tarafından açılan tazminat davaları kazanıl­mıştır. Geçmiş suikastlerden hiç bir ders çıkarılmamıştır. Sistematik bir biçimde aydınların katledildiği ci­nayetleri, önlemek ve faillerini ortaya çıkarmak sorumlulu­ğunu yerine getirmesi gereken ilgililerin dahi, "...faili meç­hul olarak kalacak..." yaklaşımı ile baktıkları bir ülkede, hangi demokrasiden, hangi hukuk devletinden ve en önemlisi devletten söz edilebilir mi? Siz kendinizi devlet zannetmeye devam edin…

Ben biliyorum ki, teröre karşı tedbir alması gerekenler, ilgililer, yetkililer vs. Necip'i ve Necip'ten öncekileri anlamasalar da, yazdıklarını / çalışmalarını riskli bulsalar da, O'nu anlayabilmiş o kadar çok insan var ki.. Bunların başında yüzlerce öğrencisi geliyor. Onlar Necip'i çok iyi anladılar ve fikirlerini içselleştirdiler. Bu çok önemli bir kazanım, çünkü onlar Türkiye'nin aydınlık geleceği... Necip zeki, duyarlı ve yalın bir Türk aydını idi. Aynı za­manda kocaman, sevgi dolu yüreği, sıcacık bakan gözleri ve hiç eksilmeyen gülümsemesi ile özel bir insandı. Dürüst, gözüpek, güvenilir ve onurlu biriydi. Yaşamın tüm zorluklarına karşın elindeki avucundaki her şeyi, ama en çok da sevgiyi paylaşmayı bi­len gerçek bir beyefendi ile sırt sırta vererek geçirdiğim yıl­lar için Tanrı'ya şükrediyorum. Suikastten sonra, kimlere ve nerelere hizmet ettikleri herkesçe malum, sermayenin ve gücün basınındaki o çok bilmiş kimi köşe yazarları, ya bu olaya hiç değinmemeyi yok saymayı tercih ettiler ya da her zamanki gibi kuşku ya­ratmaya çalıştılar ve hak edilmiş bir ölüm olarak bir "derin devlet" senaryosu içine koyuverdiler. Tıpkı şimdi yapıldığı gibi... O zaman bunu açığa çıkarmak da basının işi mi diye görülüyor pek çok olaydaki gibi… Belki soruşturmayı da ajitasyon-provokasyon ve bavul gazetecileri yürütüyordur savcılar Hablemitoğlu suikastı soruşturuluyor mu ya da dosya nerede bilmediklerine göre.

Hani 10 yıldır bana soruyorsunuz ya; ‘’… Necip Hablemitoğlu neden öldürüldü ve kimler yapmış olabilir…’’ diye, bana göre Necip  susturulmuştur. Bu bir yok etme cinayetidir ve aynı zamanda, ülkede her çeşit  emperyalizme direnç gösteren tüm sivil inisi­yatife bir gözdağıdır. Kimlerin yaptığını bulmak ise yetkililerin görevidir, sahi bir de namus borcuydu bu cinayetin çözülmesi, ama diğer yandan da bu cinayeti bu ülke ört bas etmişti. Hangisine inanacağız, varın benim yerime Allah Rızası için biraz da siz düşünün ve sorun …


29 Kasım 2012

MERAL OKAY'A SELAM OLSUN!
 
Muhteşem Yüzyıl başladığında da benzeri tartışmalar vardı yine aynı tartışmalar ortaya çıktı, o günlerde neyin etkisini azaltmak ve tartışılmamasını sağlamak için gündeme taşınmıştı hatırlamıyorum. Ama bugün okullardaki giysi serbestisini ve Kürecik'e çıkartma yapanları örtbas ettiği gibi daha kimbilir farkedilmesi istenmeyen nelere paratoner yapıldığını tahmin edememek saflık olur. Buyrun neredeyse 2 yıl kadar önce aşağıdakileri yazmışım, bugün söylenenler çerçevesinde okuduğumda sanki dün akşam yazdım da hatırlamıyorum galiba diye düşündüm. Çünkü Türkiye gündemi insanı her zaman gel git akıllı yapmaya yetiyor.
 
14 OCAK 2011 TARİHİNDE YAZDIĞIM YAZI; ''MERAL OKAY BUNLARI DA YAZACAK MI'' Muhteşem Yüzyıl’ı izlemeye ikinci bölümle başladım. Yani koparılan o muhteşem! fırtınayı, protestoları görünce ilgimi çekti. Hele bir de 21. Yüzyılın özgürlükler ülkesi olma yolunda tam gaz yol alan Türkiye’de patriarkayı, çok eşliliği, saray hiyerarşisini, erkeğin üstünlüğünü, haremi savunan modern görünümlü Fransız okullarında eğitilmiş bir Osmanlı Hanedanı temsilcisi ile yapılan TV röportajını izleyince diziyi takip etmek zorunlu oldu.
Meral Okay’ı bir kez daha sevdim, müthiş bir senarist, mekanlar, giysiler, oyuncular vs., muhteşem yüzyıla yaraşır bir etkileyicilikte. Uzunca süre bütün bölümlerini keyifle izlediğim TUDOR’u görselliği ve kurgusu açısından aratmadığını kabul etmek gerek, hem kanalı, hem yapımcılarını, hem de emek veren herkesi, ama en çok da oyuncuları takdir etmemek mümkün değil. Aman yanlış anlaşılmasın ben bir eleştirmen falan değilim, sadece sıradan ama iyi takipçi bir sinema ve TV izleyicisi olmanın ötesinde başka bir özelliğim yok. Hele Halit ERGENÇ’in Süleyman karakteri, Hürrem’in aklı, asiliği ve dizinin içindeki aşk dokusu insanı hemen kuşatarak diziyi izlemeye teşvik ediyor. Ve insan tarih kitaplarında gördüğü Süleyman’ın Halit ERGENÇ kadar yakışıklı olup olmadığını düşünmeye başlıyor. Çünkü TUDOR’u izlerken de aynı şeyi düşünmüş ve İngiltere’nin Muhteşem Yüzyılı’na damgasını vuran Tudor Hanedanı mensuplarının tıpkı bizde olduğu gibi resmi tarih(!) anlatan kitaplardaki resimlerine bakınca fiziksel olarak pek de hoş erkekler ve kadınlar olmadıklarını gördüm. Demek ki, hem İngiltere’nin Tudoru hem de bizim Tudor’umuz fiziksel olarak güncel özellikler taşıyan güzel insanlarla çekiliyor. Ancak işin farklı ve şaşırtan tarafı İngiltere’de TUDOR için bu denli ürkütücü ve dehşet uyandıran tepkiler olmadığını da biliyorum. Kimse tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mahremiyetine girilmez demiyor, bakıyorsunuz aynı entrikalar, kardeşin kardeşi yok edişi, kadınlar arasındaki benzer mücadeleler orada da var. Ama orada ne RTÜK gibi kurumsal cezalar, ne sokak gösterileri, ne hanedan ailesi tepkileri vs. hiç duyulmadı. Oysa ne diyordu herkes Mustafa filmi vizyona girdiğinde, ‘’…Atatürk’de bir insan, ne var bunda’’ deniyordu, hatta Amerika’dan ithal politik psikologlara kişilik tahlili yaptırılarak Atatürk’ün annesine olan sevgisini üvey baba ile paylaşmak istemediği için vatanına yönelttiği gibi enteresan yorumlar yaptırılıyordu. Atatürk neredeyse akşamcı ilan ediliyordu. Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan hiç kimse sokağa dökülmedi, özgürlükçü, resmi tarih karşıtı liberaller alkış tuttu. Geçti gitti…
 
OSMANLI OLUNCA KIYAMET KOPTU
Şimdi bakıyoruz konu Osmanlı olunca kıyamet kopuyor, demek ki Türkiye’de Osmanlı için de bir resmi tarih var, bunu herkes kabul etsin. Meral Okay acaba Roksan’dan/Aleksandra’dan Hürreme dönüşen cariyenin çocuklarını saraydaki vaftiz teknesinde vaftiz ettiğini gösteren sahneleri yazabilecek mi? Ya da Şehzade Mustafa’nın nasıl öldürüldüğünü, hangi entrikaların, hangi acımasız sonu ölüm olan kadın ve erkek mücadelelerinin yapıldığını yazabilecek mi? Yoksa resmi Osmanlı tarihi ne diyorsa onu mu yazacak. Herkes bir silkelenip kendine gelse iyi olacak. Bu kadar kendine Müslümanlık da fazla… Türkiye’de Atatürk ve devrimleri, darbeler, derin devlet, faili meçhuller vs. diziler üzerinden tartışılabilecek bu özgürlük olacak, bugün bulunduğumuz yerden bakıp Osmanlı’yı konuşamayacağız. Üstelik hanedan üyeleri de tepki gösterip, Padişahlara dokunulamaz diyecekler. Ben de diyorum ki, hadi canım!..Türkiye her şeyi tartışacak, Süleyman’ı da tartışacak... Çünkü Türkiye tabularını yıkacak, ileri demokrasiye yüreyecek diye yola çıkarken bu sadece Cumhuriyetçiler ve Atatürkçüler için geçerli ise, yanlış büyük demektir. Cumhuriyet Türkiyesi’nde Atatürk’ün devrimleri; bireysel  silahlanmayı, küçük yaşta evlilikleri, Fas’tan ithal kumaları, imam nikahlı çok eşlilikleri yok etmeye ne yazık ki yetmemiştir. Herkes AB’den medet ummuş ve çaresiz bir bekleyiş başlamıştır. AB standardları için önce siyasal düzenlemelere girişilmiş, bu düzenlemelerin ucuna bucağına iliştirilen özgürlükler getireceği söylenen yapısal uyum ne hikmetse bir türlü baş örtüsü için yapılamazken alkol kullanımı için yapılabilmiştir. Ya da hukuki başka değişimleri sağlamak için yapılmış, bir yığın insan korku filmlerini aratmayacak bir dehşet dalgası ile toplumun içine bırakılmıştır. Hadi her şeyi AB standartlarına çekelim hadi, kadın haklarını, çocuk haklarını, sendikal hakları, yaşam standardını, engelli ve yaşlı haklarını, aile içi kadına yönelik şiddetle, ayrımcılıkla mücadeleyi, sağlığı, eğitimi… Bir reklamda soba yakmaya çalışan öğretmenin koşullarını sevimlileştirmemeyi, orada soba yakan öğretmene VINN götürmeyi değil, o koşulları değiştirmeyi başardığımızda; insanın insan gibi yaşamasını sağladığımızda oturup resmi tarihi içinden seçerek değil her yönü ile her dönemi ve kişisi ile tartışalım, yani çok samimi, iyi niyetli ve gerçek ilerici olalım…

24 Kasım 2012



KARŞILAŞMALAR : Kente Özgü Bir Etkileşme ve İletişim Yolu

Günlük yaşamlarımızın akışı içinde her birimiz, farkında olmadan ya da bazılarımız bilerek, yüz ifadelerimizi, duruşumuzu ve hareketlerimizi sıklıkla ya da sürekli olarak denetleriz. Hatta bu denetleme bizi öyle bir yere götürür ki, toplum içinde çeşitli amaçlarımıza ulaşmak için bunları düzenleriz. Kimi insanlar yüz ifadelerinin, duruşlarının vs. denetiminde ve başkaları ile ilişkilerini bu yolla sürdürmekte uzmandırlar.

Ben bu yazımda daha çok kontrol edilemeyen etkileşimden söz etmek istiyorum, hani o hepimizin gün içinde sürekli yaşadığı karşılaşmalarla kurulan anlık ‘’denetimli olmayan etkileşimler’’den. Erwing Goffman’ın 60lı yılların ikinci yarısında yaptığı araştırmalarını yayınladığı çalışmalarına bakınca, bu türden denetimli olmayan iletişimin ‘’karşılaşmalar’’la yaşanabildiği ve çoğunlukla kent insanına özgü olduğu anlaşılmakta. Goffman buna ‘’odaklanmamış/amaçlanmamış etkileşim’’ demektedir. Gerçekte kalabalık bir caddede, metroda, sinemada, kalabalık bir alışveriş merkezinde çok sayıda insanla bir araya geldiğimizde bu etkileşim vardır. İnsanlar başkaları ile böyle ortamlarda doğrudan konuşarak iletişim kurmasalar da kısa süreli karşılaşmalarda duruşları, yüz ifadeleri ve beden jestleri yolu ile sözel olmayan bir iletişim içinde olurlar. Bu tür odaklanmamış etkileşim daha çok bizim başkalarına nasıl görünmek istediğimizle ilgilidir, başkalarının ne söylediğine çok da dikkat etmeyiz o sırada.

Goffman, karşılaşmaları ‘’uygar kayıtsızlıklar’’ olarak adlandırıyor ve diyor ki; karşılaşmalarda eğer bireyler hiçbir biçimde diğerlerinin söylediklerine ya da yaptıklarına doğrudan dikkat etmiyorlarsa bu odaklanmamış amaçsız etkileşmedir. Yani bakarız insanlara ama görmeyiz, bir davette tek başına ayakta duran biri gibi. Karşılaşmaları çeşitlendirelim biraz; çalışma yaşamı içinde seminer, davet gibi toplantılarda yapılan ayaküstü sohbetler, yemeklerde garsonlarla ya da alışverişte satıcılarla, kasadaki görevlilerle yapılan kısa süreli konuşmaların hepsi birer karşılaşmadır. Bu karşılaşmalarda uygar kayıtsızlıklar bir kenara bırakılmalıdır, en azından kısa bir süre için. Bir de asansör karşılaşmaları  vardır ki, hiç birimiz hoşlanmayız. Tanımadığımız insanlarla asansörde olduğumuzda hep kayıtsız kalmaya özen gösteririz, genellikle asansördekilerden başka her yere havaya ya da asansörün düğmelerine bakarak abartılı bir pozla etkileşmemeye çalışırız. Karşılaşmalarda kayıtsızlığın bitirilmesinin gerektiği anlar insanların çoğu için ürkütücü ve risklidir. Çünkü karşılaşmanın niteliği ile ilgili yanlış anlaşılmaktan korkarız pek çoğumuz. Bu ana ‘’odaklanmış etkileşim’’ deniyor. İlk önce insanların gözleri karşılaşır ama çoğu insan başkalarının gözlerine bakmaktan çekinir, dolayısı ile bu tür etkileşimde bakmaktan ve söylenen sözlerden daha çok yüz ifadeleri ve beden jestleri kullanılır. Oysa gözlerin karşılaşması tek başına bir yakınlık, etkileşme ve güven göstergesidir. Göz teması bedenin hiçbir zaman yalan söylemeyen bölümünü, ruhun penceresinin açılmasını sağlar, o yüzden birbirimizin gözüne bakmak istemeyiz.  Bedenin başkaları ile etkileşimde bu en savunmasız bölümünü kullanmak istemeyişimizin nedeni aklımızdakinin anlaşılmasından korkmamızdır. Çünkü başkaları üzerinde o kısacık anda yaratmaya çalıştığımız izlenim için kullandığımız duruş, yüz ve beden jestlerini kontrol edebiliriz ama gözlerimizi kontrol edemeyiz. Gözlerimiz  karşılaştıklarımız için içtenliğimizi ya da amacımızı yansıtır.

Bütün bunları neden anlatmak istedim, uzunca bir süredir insanların hem kendilerini hem de başkalarını, yaşam(lar)ımızı ne denli kontrol etmeye çalıştığımızı/çalıştıklarını  gözlemliyorum. Ne yorucu böyle yaşamak, insanlar her gün evlerinden çıkarken dramaturjik bir biçimde sahne almaya gider gibi rol takınarak çıkıyorlar, evlerine dönünce de bir sonraki günün sahne hazırlıklarına başlayıp hangi rolü oynayacaklarına çalışıyorlar. Bir sabah uyanamayacaklarını hep unutarak… Bir kandırma ve kandırılma içinde yaşamı sürdürerek yaşadıklarını sanıyorlar. Eriştiklerini sandıkları bu kendiliklerin/benliklerin aslında iliştirilmiş olduğunu hiç düşünmeden, anlamadan… Sonra da mutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranıyorlar… Oysa biraz cesaret ve olduğun gibi görünmek; yaşamı ne basit ve keyifli yapacak, hadi bir yerden başlamak gerek… Hadi! yeter daha yorulmadınız mı?            

11 Kasım 2012


Cumhuriyet Gazetesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
 Gelişme ve Toplum Araştırmaları Merkezi(GETA)
 89.Yılında 29 Ekim 1923 Sempozyumu

Değerlendirme Paneli 6 Kasım 2012 Ankara
Kadın: Osmanlıdan Cumhuriyete-Cumhuriyetten Osmanlıya mı?

Cumhuriyet’in 89 yılı tamamlayan geçmişine ve daha öncesine bakınca elbetteki kadınların ayrı bir tarihi yoktur.

Dünya tarihine ve ulusların tarihine böylesi ayrımcı bir bakış açısı da son derece yanıltıcı olur.

Toplumların tarihi ve toplumsal düşüncenin evrimi bir bütündür.

Dolayısı ile bu noktada bir kadın erkek ayrımcılığı yapılamaz.

Ama şu da bir gerçektir ki, kimi tarihi süreçleri kavrayabilmek için kadınların bakış açıları ve yöntemleri ile zenginleşen  bu süreçlerin içindeki ‘’kadınlık durumu’’nu (genel anlamdaki insanlık durumunun dışında ve bunun yanı sıra) dikkate almakta yarar var, ben de tam olarak böyle yapacağım. Yaşadığımız Osmanlı’dan Cumhuriyete geçirdiğimiz tarihsel süreçten bazı seçilmiş kadın durumlarını aktarmaya sonunda yaşadıklarımızla içinde olduğumuz kadınlık durumunu mümkün olursa  kadın bakış açısı ile tek bir cümlede tanımlamaya çalışacağım…

Kadın bakış açısı; kimi tarihi süreçlerde daha da önem kazanır, şimdi olduğu gibi…
Öncesi, hazırlayıcı koşulları ve ilanı ile 89. Yılını son derece olaylı kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti böylesi bir tarihi süreçtir. Ki, bunu çok iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk,  Anadolu’yu kuşatan kan ve ateş içinde en ufak fırsatı değerlendirerek kadınlara hitap eder. Kadınların Halide Edip’le Kara Fatma ile Kurtuluşa katılımını teşvik eder.

Mustafa Kemal Kuruluş yıllarında aynı şeyi yapar Afet İnan’dan Sabiha Gökçen’e, üniversite kürsülerinden gökyüzüne kadın için süregidekısıtları, Cumhuriyet’in yeni getirdiği kurallar zincirini de zorlayarak kadını sosyal yaşamın içine katmak ister.
Bunun için öncülerini yüreklendirerek büyük bir özenle yol açmaya çalışır.
Atatürk’ün her yaptığını eleştirmek eğilimi de 80’lerde ortaya çıktığı söylenen ki, ben buna katılmıyorum, Türkiye Kadın Hareketi içinde yer alan bazı aktivist ve teorisyen kadınlar tarafından başlatılmıştır.

Söylem şu olmuştur; kadınlar haklarını elde etmek için mücadele etmemişler gümüş tepsi ile bu haklar onlara sunulmuştur, kadın resmi devlet ideolojisinin belirlediği ölçülerde modern bir ev kadını anne eş olmaya zorlanmıştır vs. diyerek kadın devrimi ağızlarda paramparça edilmiştir.
Oysa bugün Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapıldığı söylenen bu ‘dayatmacı jakoben kafanın kadın devrimi’ni ki bunu tırnak içinde söylüyorum mumla aratacak bir gerileme döneminden geçilmektedir, özellikle kadınlar açısından, toplumu etkileyen sosyal haklar açısından yapılanları saymıyorum bile…

Mustafa Kemal Atatürk dayatmacı kadın devrimi yapmıştır diyenlere kadınların zamanında yeterli tepkiyi göstermediğini kabul etmeliyiz.
Oysa Mustafa Kemal’in kadın devrimi bir tesadüf değildir, bu sürecin tarihsel hazırlayıcı koşullar bütünü var. Elbette ki, kadınların bu topraklardaki  çağdaşlaşma atılımları Cumhuriyetle başlamadı. Bunu Tanzimata kadar götürmek mümkün ve doğrusu da bu zaten…
Çünkü Cumhuriyet Türkiyesi kadınıyla erkeği ile Tanzimat’ın çizdiği yörüngede çağı yakalamaya çalışmıştır. Osmanlı’da kadının özellikle II. Meşrutiyet’le birlikte sorunlarını dile getirme ve çözmede önemli mücadeleleri var. Meşrutiyet yılları Osmanlı’da çok canlı yaşanmış kadınlar açısından, kadınlar bulundukları eşitsiz ve yasaklı konumdan sadece yakınmakla kalmamış bu dönemde örgütlü çalışmalar yapmışlardır;

Osmanlı Türk Hanımları Esirgeme Derneği,
Asri Kadın Cemiyeti,
Mamulat-ı Dahiliye İstihlakı Kadınlar Cemiyeti Hayriyesi,
Kırmızı Beyaz Kulübü,
Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti gibi…
Ayrıca dönemin kadın dergileri var, okuma-yazma oranının çok düşük olduğu bu dönemde dergilere talep var, 3bin baskı yapan dergiler var…
Terakki,
Hanımlara Mahsus Gazete,
İnsaniyet,
Şükufezar,
Alem-i Nisvan ve başkaları…

Bu dergiler ve örgütlenmelere bakıldığında kadınların sorunlarını daha önceleri erkeklerin yazdığını biliyoruz, özellikle Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi çeşitli saiyasal akımlarda kadın konusu hep önemli olmuş. Kadının ne giyeceği, nasıl ve ne kadar eğitim alacağı , nasıl yaşaması gerektiği erkekler tarafından belirlenmeye çalışılmış.
Kadınlara yönelik ilk dergileri çıkaranlar daha çok Batıcılık akımı içinde yer alan erkekler.
Amaçları kadının toplumdaki yerini değiştirerek erkeğin de bundan gelişme göstermesini sağlamak. Ancak kadınlar yayın yapmaya başladıktan sonra durum farklılaşıyor.
Hatta erkeklerin kadın dergilerine yazılar görndermeleri üzerine de diyorlar ki, ‘’bize yardımcı olmak istiyorsanız yazılarınızı erkek dergilerinde yayınlayın, o vakit bizim davamız için hayırlı bir iş yapmış olursunuz…’’

Kadınlar Dünyası dergisinin başında şöyle yazıyor; ‘’Hukukumuz eşit olarak tanınmadıkça bizim sayfalarımızda erkeklere yer yok… ‘’ Dönemin kadınlarının esas mücadelesi
Önce aile içindeki roller, karı koca ne demek evlenme nasıl olmalıdır, Lise ve üniversite eğitimi alma taleplerini dile getiriyorlar, Çalışmak için mücadeleleri var. Kendi aralarında para toplayarak dokuma tezgahları, terzihaneler açıyorlşar.

İlk kez bir kamu kuruluşunda çalışma mücadelesi veriyorlar. Müslüman kadınların çalışamayacağı gerekçe gösterilse de 7 kadın Telefon idaresinde çalışmaya başlıyor.
Kadınların cesur olmadıkları inancını yıkmak için  Belkıs Şevket  üstü açık tek motorlu  tayyare ile İstanbul üzerinde uçuyor.  Bu sadece Osmanlı toplumunda değil  tüm Müslüman dünyada yankı buluyor. Az önce söyledim dernek çalışmaları var…Balkan Savaşları sırasında yersiz güvencesiz kalan kadınlara yemek ve barınma sağlanıyor. Mesleki eğitim verilerek kadınların terzilik yapmaları sağlanıyor. Bugün hala çok sayıda insandan duyduğumuz şu sözler o dönemde dile getiriliyor. Kadınlar da akıllıdır… kadınlar bunca geçen zaman rağmen bu –da ekinden bir türlü kurtulamadılar.  

Kadınların siyasi hakları konusunda çalışmaları…
1908’de Meclis-i Mebusan toplantılarını dinleme talepleri var. Ve diyorlar ki, ‘’bizi içeriye almazsanız biz de Batılı kadınlar gibi gösteriler yapacağız…’’
Hatta 1913’te kurulan Osmanlı Müdaafa-i Hukuk-u Nisvan (Kadın) Cemiyeti’nin kuruluş programında ‘’şu an için siyasal hak istemek ana hedefimiz değildir. Öncelikle toplumsal yaşamda dönüşümü gerçekleştirmek ana hedefimizdir, bu demek değildir ki siyaseti istemiyoruz zamanı gelince onu da isteyeceğiz…’’ demişlerdir.Cumhuriyet ilan edildiğinde kadınlar artık ne Osmanlı’daki gibi haklarına yönelik bir mücadelenin başlangıcında ne de zorlu savaş yıllarında olduğu gibi ülke savunmasındaydılar.

15 Haziran 1923 tarihli Süs dergisinde Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulduğu haberi veriliyordu.
Ancak Partinin yasal geçerlik kazanması için vilayetten izin alması gereknekteydi. Valiliğin yanıtı 6ay sonra geldi. Siyasal haklarını elde etmemiş kadınlara parti kurma izni verilmemişti.
5 Şubat 1924’te Kadınlar Birliği adıyla yeni bir dernek kuruldu, derneğin programından siyasi içerikler çıkarılmıştı, ancak bu kadınların mücadelesini engellemedi.

Kadınlar Birliği’nin kurucularından Nezihe Muhittin kadınların siyaset, hak ve mözgürlük mücadelesinin devam ettiğini herkese duyurdu. Hatta 20 Temmuz 1927 tarihli İstanbul Gazetesi’nde ‘’biz seçim hakkımızı  elde etmeye dayalı  idealimizden vaz geçmiş değiliz, zira bundan vazgeçersek derneğimizin hiçbir varoluş nedeni kalmaz. Davamızın zaferi için ölünceye kadar çalışacağız. Bizim yaşamımız buna yetmez ise, hiç olmazsa bizden sonra gelenler için ortalığı temizlemiş oluruz…’’ diyordu. Tabii kadınlar adına bu kadar açık ve yürekli bir mücadeleyi deklare eden kadınların mücadelesinin güçlenmesini beklemenin her dönemde saflık olduğunu anlamak gerek.

17 Şubat 1926 Medeni Yasa’nın kabulü ve aynı yıl Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde 14 Ekim 1926 tarihinde ilk medeni nikah kıyıldı. Kadınlar 1934 yılında siyaset yapmaya hak kazandıktan sonra 1935’te Kadınlar Birliği kendini fesh etti.

Gerçekten mücadele edilecek hiçbir konu kalmamış mıydı…
1934’te kadınların seçme ve seçilme hakkı yasallaştıktan sonra basında, örneğin Cumhuriyet Gazetesi’nde kadınların bütün haklarını elde ettikleri vekil olabildikleri, ayrı bir kadın örgütlenmesine gerek kalmadığı yönünde yazılar yayınlanmaya ‘’.. artık bu birliği kapatalım mı? ‘’ şeklinde yönlendirici yazılar yayınlandı. Kaldı ki, bu dönemde sadece Kadınlar Birliği değil diğer dernekler de kapatıldı. Kapatılan derneklerin Halkevleri  çatısı altında çalışabilecekleri  söylenir ve 1935’te Kadınlar Birliği kendini fesh eder. Savaş sonrası erkekler eve döndüğünde dışarıda çalışan kadınların eve dönmesi  teşvik edilir. Dönemin kadın dergilerinin adı birden değişir;
Ev Kadını, Ev Hayatı, Ev İşi ama buradaki mantığı da anlamak gerekmektedir yeni Cumhuriyetin sosyal yaşamının aile yaşamının inşaa edilmesine ihtiyaç vardır.

60’lar da ve 80’lerde kadınlar hep siyasetin içinde olmaya çalıştılar. Hatta 80’lerdeve 90’larda  BM kadın 10yılları ile yaşanan küresel süreçte Türkiye’de çok sayıda kadın derneği bir kadın hareketlenmesi ile önemli çalışmalara imza attılar. Bunların çoğu uluslararası sözleşmelerin altına imza koyan bir ülke olmamızdan ve bunun hükümetler üzerindeki bağlayıcı niteliğinden kaynaklandı, ancak kadınların hakları için mücadeleleri hiç nitelik değiştirmeden bugüne kadar sürdü.

80 darbesi kadınların da mücadelesine de  zarar verdi.
80’lerin 2. Yarısında özellikle kadına yönelik şiddet ve siyasete katılma Medeni Yasa’da kadını güçlendirecek yasaların düzenlenmesine yönelik mücadele öne çıktı.
Günümüzde Radikal Feministler, Sosyalist Feministler, İslamcı Feministler, Kemalist Feministler gibi bir çok parçalılık var. Kadınlar birbirini kadından saymaz hale geldiler bir anlamda özellikle siyasette ciddi zihinsel erkekleşme ve erkeklerin benimsediği yöntemlerle siyaset yapmayı benimsediklerini görüyoruz. Toplumun tümünü kuşatması sağlanan ayrışmışlık durumu kadınlar arasında da var. Cumhuriyetin 89. Yılında Meşrutiyet döneminin ve Cumhuriyetin başlangıç yıllarının gerisine mi düştü diye de düşünmüyor değilim.

Hala kadınların giyimi tartışılıyor
Hala kadınların kaç çocuk doğurması gerektiğine erkekler karar veriyor
Hatta çocuk doğurup doğurmayacağına
Hala kadın yöneticiler tüm yönetim kademelerinde eşit temsil edilemiyorlar mecliste nüfusun yarsısını oluşturan kadınların oranı ilk defa son seçimlerde ilk seçimlerdeki %4ten  %14e ulaştı.
Kadın Belediye Başkanı yok, Vali yok.
Müsteşar, Bakan, Yargının başı kadın yok.
Kadın dövülüyor, öldürülüyor, korunmuyor,çalışması çok güç annelik koşullarına ilişkin iyileştirmeler hep ağırdan alınıyor.
Eğitimde sağlıkta eşit değil.

Ama bir konuda çok önde kadın imgesinden her yerde yararlanan bir zihniyet var.
Yani kadının mücadelesi bugün geçmişten çok daha güç koşullarda sürüyor sürdürülmeye çalışılıyor. Osmanlı’dan 89 yıl sonra hepimizi sevindirmesi gereken tek şey kadın haklarına ilişkin ciddi bir farkındalık var. Mücadeleye hazır bir kadın potansiyeli ve düşünsel alt yapı var.
Tek eksiklik erkek desteği; karar mekanizmalarında kadının görünürlüğü için erkeği razı etmek zorunda olduğumuz uzun bir yoldan gelip yine uzun bir yolda olduğumuzu da söylemek istiyorum.

Teşekkürler ve saygıyla…

14 Temmuz 2012


PUZZLE PORTRELER/FARUK BİLDİRİCİ/HÜRRİYET 15.07.2012 PAZAR
ŞENGÜL HABLEMİTOĞLU

MUTLUYDUK
Benim yaşamım üçe ayrılır. Necip’ten öncesi, Necip ile olan dönem ve Necip’ten sonra. Necip ile yaşamak çok keyifliydi. Herşey bir yana standart bir eş olmadı hiç. Bir kere çok iyi iki arkadaştık. Konuşacağımız şey hiç bitmezdi. Haftanın bir günü mutlaka öğle yemeğinde buluşurduk. Bir bakardık, eyvah saat iki olmuş! Tabii bazı yerlerden sıkıştırılmaya başlanmıştı. Suikastı bekliyorduk. Çok tehdit alıyordu. Biz bilgisayarı ortak kullanıyorduk, mail adresimiz de ortaktı. Bir mail gördüm, “Çok yakınındayım, seni izliyorum. Bir gün ensene sıktığımda göreceksin” diyordu. Bir gün Kızılay’da yürürken adamın biri “Seni mahvedeceğim” diye üzerine sürüyor arabasını. Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden sonra arabayı uzaktan kumandayla çalıştırıyorduk. Onu çok frenlemeye çalışmışımdır. Kadınlar bence daha sağduyulu oluyorlar. Bildiğini, saptadığı şeyi paylaşmaktan yana biriydi. Tam da istediği gibi yaşadı.  Bu konuda çok eleştirildim bazı aile yakınlarımız tarafından. Motive edici olmamalıydın gibi şeyler. Ama bizim için değişmek zorundasın deseydik bakışı değişirdi. Gözündeki ışık sönerdi. Mutlu bir insandı. Birlikteyken hayatı çok seven insanlardık. Ufacık bir rengin güzelliğini paylaşıp bundan keyif alırdık. Şimdi değil miyiz? Yine öyleyiz. Kızlar evde yoksa ben bir kadeh şarabımı koyar,  dansederek yemek yaparım kendime.  Ama biz 18 Aralık 2002 akşamı makas değiştirdik. Giderken başka bir yola geçtik. Dolayısıyla ben üçüncü dönemdeyim, çocuklarım için ikinci dönem. Biz şimdi Necip’i, çok gülerek ve eğlenerek hatırlıyoruz.

O AKŞAM
Ankara’nın soğuk günlerinden biriydi. Sabah beni pencereden uğurladı Necip. Arabamın üzerindeki karları temizlerken birden gümüş rengi Fiat Brava bir araç hızla geldi. Benim aracımın yanına park etti. İçinde iki genç oturuyordu, yüzleri bugün gibi aklımda. Dini yayın yapan bir radyoyu dinliyorlardı. Arabanın plakasını da aldım. Sonra yola koyuldum. Arayıp Necip’e haber verecektim, aklımsan silindi gitti. En son akşam evde yemek hazırlıkları yaparken aradı. “Markete giriyorum ne lazım” dedi. Sofrayı hazırladım, o arada kapımız çaldı. Apartman görevlimiz arkada, küçük oğlu öndeydi. İnsan uyanmıyor böyle bir şeye. “Şengül abla, arabanızın yanında bir adam yatıyor” dedi. Park ettiğimiz yere doğru pencereden baktım. “Burada değil galiba” derken anladım. Çocuklar salondaydı. Onlara, “Ben arabamızın yanına çıkıyorum, sakın kımıldamayın, şimdi döneceğim” dedim. “İnşallah yaralıdır” diye dua ederek dışarı çıktım, komşularımız beni yanaştırmak istemedi önce. Dokunamıyorum, nasıl uyuyorsa elleri öyle kıvrılmış yatıyor. Yüzü kanlı, gözlüğü duruyor. “Yaşıyor mu?” diye sordum yanımdakilere. Cevap veremediler. “İşte oldu” dedim. Orası birden kalabalıklaştı. Hemen yukarı çıktım. Çocukların biri on, diğeri 11 yaşındaydı. İlginç tarafı, ben dışarıdayken evin telefonları çalmaya başlamış, televizyonlar altyazı geçmiş.  Çocuklar da şaşırmış. “Bundan sonra babanız bizimle değil. Konuşacağımız çok şey var ama ne olur ağlamayın, beni bekleyin. Birlikte ağlayacağız” dedim. İki çocuk birbirine sokulmuş, büzülüp tek vücut haline gelmişti. Onları komşularımıza emanet edip çıktım yine. Polis gelmişti, etrafı çevirmedikleri için medya yakınına kadar girip çekim yapıyordu. “Almayın” diyordum, öyle bakıyorlardı. Bir saat sonra çevirdiler etrafı. Bula bula iki mermi kovanı buldular sadece. Üniversiteden iki arkadaşımı eşimin küçük çalışma odasının kapısına oturttum, “Bu odaya kimseyi sokmayın” dedim. Çok enteresan ben avukatımızla birlikte emniyete götürüldüm, yarım saat sonra iki insan geliyor, “Odasına girip bakmamız gerek” diyorlar. Onlar da “Evsahibi kesin talimat verdi giremezsiniz” diyorlar. Sonra bizim gözetimimizde odayı açtık, kaydını alarak bilgisayarını polise teslim ettik. O gece, poliste sabaha kadar sorguladılar beni. Hiç insani bir tutum değildi bu. Suçlu gibi davrandılar bana.  Çok erkek bir ülke burası. Herşey erkek üzerinden yürüyor. O gece emniyette rahatsızlandım,üzüntü ve öfke insanı olmadık şekilde etkiliyor. Cenaze gecesi de emniyetteydim. O aracın da ABD elçiliğine koruma yapan bir firmaya ait olduğu saptandı. Güya oradaki Amerikalıların lojmanları için gözetliyorlarmış. Sorguda polislerden biri, şube müdürleri odada yokken bana fotoğraf gösterdi, “Gördüklerinizden biri bu muydu?” dedi. “Evet, biri buydu” dedim heyecanla, adam ortadan kayboldu bir daha görünmedi. Müthiş bir vurdum duymazlık vardı. Nefret ettim. Arabasını teslim ettiklerinde tampondaki kan duruyordu hala. Defalarca gözünüzün önüne geliyor olay. Küçük bir, Enam-ı şerif duası vardı arabasında. Çok inançlı bir adamdı Necip. Şube Müdürü polis dedi ki, “Hocanın arabasından bu çıktı. Bize de böyle anlatmamışlardı.” Ne kadar dindar olduğumuza dair bir deklarasyonda mı bulunmak zorundayız? Kimi ilgilendirir bu? Gerçi öyle bir dönem yaşıyoruz ki, dindarölçerle yaşıyor insanlar sokaklarda. Böyle bir ülkeye dönüştük.

YAS DANIŞMANLIĞI
Olaydan bir ay kadar sonra biz bir Amerika seyahati yaptık. Çok yakın bir arkadaşım yaşıyor orada. Bizi çağırdı, üçümüz gittik. O 12 saatlik seyahatte 12 saat ağladım ben. Bir de her şeyi birlikte yaptığınızı hatırlıyorsunuz. Zorlu bir süreç aslında. Ama atlattık biz bu süreci. Dul yazmasını istemediğim için nüfus cüzdanımı uzun süre değiştirmedim. Ne çirkin bir yaftalama dul! Sonra kimlik numarası çıkınca mecburen değiştirdim. Bekar yazıyor. Yeni pasaportlarda da bir şey yazmıyor o konuda. Bu demektir ki yas sürecimde epey yol almışım. Çok kötü zamanlardan geldik bugüne, onuncu yılın içindeyiz. Bir travma yaşadık. Ama bunu hayatımızı sürdüremeyeceğimiz bir noktaya taşımadık. Ben kendimi eğittim. Bir kere her acı insanı büyütüyor. Göründüğünüz yaşın üstüne en az 20 yıllık deneyim ekliyorsunuz. Hayatı daha çok sevmeyi, insanları umursamamayı öğreniyorsunuz. “Menekşe’den önce” belgeselinin gösterimine gidemedim. Çünkü çok üzülüyorum ve artık üzülmek çok yorucu olmaya başladı. Mutsuz değilim. Üzgün olmakla mutsuz olmak aynı kavramlar değil. Artık düşüncelerimi insanlara daha net söyleyebiliyorum. Yas danışmanlığı eğitimleri veriyorum. Evet, birinin bana ders vermesi gerekirken ben insanlara anlatıyorum. Damdan düştüğümüz için damdan düşenin halinden anlıyoruz; bu da sevgili Nilüfer Kışlalı’nın sözüdür. Onun için de bu yas danışmanlığına ağırlık verdim. Yasın iki tarafı var. Yasla karşılaşan insanlara gidince çok konuşmayacaksınız, “Senin için ne yapabilirim  demeyeceksiniz, yanında olduğunuzu gösterip, yapacaksınız. Yası yaşayanlar içinse med cezirler, geri dönüşler var. Bilişsel Evlilik Terapileri Derneği var, ayda bir orada evlilik kalitesi ve ilişki yönetimi ile yas danışmanlığı dersleri veriyorum.

UYKU
Necip’ten sonra uyku problemlerim vardı, uyuyamıyordum. Notlar almaya başladım, bir baktım ki deneme gibi şeyler yazıyorum böyle.  “Sessiz ağıt” kitabım öyle çıktı. Onu yaptıktan sonra çok iyileştim. Orada hem duygularımı, hem olayı, Necip’i, çocukları anlattım. Kendi içsesimdi aslında. Fakat eşimin ailesi tarafından eleştirildim. Özeli paylaşmakmış. Onları anlamaya çalışıyorum. Ben akıl yoldaşımı, aşkımı kaybettim, onlar da oğullarını. Lisansüstü derslerimin kapsamında da yazdığım makaleleri bir araya getirip bir kadın kitabı çıkardım. Sonra Küreselleşme ve aile diye bir dersim vardı, oradaki yazıları yayınladım. Öğrencilerle tezler, projeler derken kendimi işe verdim. Uykularım düzeldi. Sonra Müdür Yardımcılığı da yaptığım Ev Ekonomisi Yüksek Okulu kapandı. Sağlık Bilimleri Fakültesi kuruldu Ankara Üniversitesi’nde. Orada sosyal hizmet bölümünü açtım, 2008’de bölüm başkanı atandım oraya. Aynı yılın sonunda arkadaşlarımın teşvikiyle seçimlere katıldım, dekan oldum. Dekanlıkta ikinci dönemim şimdi. Derslere de giriyorum. Politik Psikoloji Derneği’nin toplantılarına katılıyorum bazen. Sosyal hizmet alanında uluslararası bir derneğin üyesiyim. Necip Hablemitoğlu Toplumsal Araştırmalar Derneği’ni dört yıl önce kurduk ama faaliyete geçiremedik. Sebebi, bir gün kapımda “Derneğinizi aramaya geldik” diyen bir grup polis görmek istememem. Zaten bir gün kapı çalındı, delikten baktım resmi kıyafetli iki kişi. Polis zannettim. Salona döndüm, “Geldiler çocuklar” dedim. Bu duyguya kapılmayan var mıdır Türkiye’de bilmiyorum. Sitenin güvenlik görevlileriymiş. Döndüm, çocuklar yine büzülmüş, bekliyorlar. Bana ilk söyledikleri “Babamla birlikte görüntülerimizin olduğu cd’leri götür sakla. Babamla ilgili tek varlığımız onlar” oldu.

KADIN
Ağırlıklı olarak yaşlı ve kadın çalışıyorum. Toplumsal cinsiyet yazıları, Bilim ve Teknolojide Kadının Görünmezliği, Kemalist Kadın Devriminin Anlamı başlıklı çalışmalar yaptım. Son dönemde müthiş bir ayrışma var Türkiye’de ve kadın üzerinden gücünü alıyor, hani kapalı kadın-açık kadın ayrımı. Ben bu durumdaki hemcinslerimize kapatılan kadın diyorum; o kadar öykünmüşler ki kendini ifade edebilen modern kadın tiplemesine. Neo-liberal yapıda, neoliberal dinle parayı bulduktan sonra modern, açık kadının yaptığı her şeyi yapar hale geldiler. Bu güzel bir gelişme. O kalıptan aslında sıyrılma isteği var. Kadınlar özerk varlıklar değil Türkiye’de. Erkeğin alanında varolmak için erkekleşmek gerektiği düşündürtülüyor kadınlara. Kapatılmış kadınlar için de geçerli bu, ne yazık ki modern olduğu söylenen Cumhuriyet kadınları için de. En acı biçimde onlar için geçerli. Diğeri zaten bir kısıtlamanın ardında varolma mücadelesi sürdürüyor. Onların içinde çok saygı duyduğum, izlediğim feminist kadınlar var. Dolayısıyla Cumhuriyet değerleriyle yetişmiş kadınların sıkıntıları da çok büyük. Bence çok ciddi bir işbirliğine ihtiyaç var; kapatılmış kadınlarla Cumhuriyet değerlerine inanan kadınların dayanışması olması şart. Herkes kendisinden birazcık taviz vererek kadın olma noktasında birleşip erkek egemen yapıya karşı mücadele etmek durumundalar. Bakın bu işin sonu hiç hoş değil. Bir kadın çıkıyor, kendinden söz ettirebilmek için “Kocama kendi arkadaşımı sundum” diyor, erkeklerle aynı yöntemi kullanıyor aslında. Varolma ve bulunduğu yapının sesi olup oradan da rant elde etmek istiyor. Sakat olan tarafı da bu.

GEÇ GELEN VEDA
Yakın dostlarımız iki yıl boyunca bizi hiç yalnız bırakmadı. 2003 yazında onlarla bir tekne tatiline gittik. Döndük üçümüz. Eve girdik. Telesekreter çalışmadı, kaseti çevirip taktığımız anda Necip’in sesiyle karşılaştık. Nasıl oldu bilemiyorum. 1995 yılında Moldova’da UNDP projesinde görev yaptığı sırada bıraktığı bir kayıt bu. Biz onca yıl sonra dinledik. “Şengül burada elektrikler kesik. Gece çıkmak zor oluyor, karanlık. Aramaya çalışmayın, o yüzden sizi erken aradım ulaşamadım. Sizi çok seviyorum” diyor. Bir veda mesajı gibi oldu bizim için. Üçümüz birden yığıldık, uzun süre kendimize gelemedik.

ERGENEKON
Ergenekon meselesi çok komik. İddianameleri okumaya çalıştım. Veli Küçük, kocamın öldürülmesi için Osman Yıldırım’a para vermiş; o kabul etmeyince Osman Gürbüz’e teklif etmiş deniyor. Gizli tanıklardan biri,  Osman Yıldırım’ı suçlayan ifadeyi verdiğinde Osman Gürbüz zaten bir yıl önce serbest bırakılmıştı. Burada güvenilir bir bilgiden söz edebilir misiniz? Bu şımarıklık ve hakaret. Bir başka gizli tanık diyor ki, “Ben Şengül hanımla görüştüm. O dinciler yaptı zannediyor” diyor. Doğru, onunla görüştüm ama “Lütfen savcıya gidin anlatın” dedim. Çok da komik bir ismi var, Kıskaç! Eski bir Ak Parti milletvekili aradı geçen yıl, “Mutlaka görüşelim, anlatacaklarım var” dedi. Bana ne anlatacaksınız, savcıya gidin! Açıkçası böyle insanlardan ürküyorum. Çünkü neredeyse marketten alıp getirdiğimiz pakette dinleme cihazı var mı diye içine bakacak hale geldik. Ben gitsem adamla konuşsam ne olacağını bilmiyorum ki! Ben sonuç itibarıyla işini yapmaya çalışan geride kalan bir eş statüsündeyim. Git ilgililere anlat, basınla paylaş bildiklerini. Necip’in öldürülmesi hala bir faili meçhul. Bundan öte bir şeyler söylemek ihtimaller üretmeye girer. Başbakan da “Bizim dönemimizde faili meçhul olmadı. Olanlar da aydınlatıldı” dedi. Demek ki faili biliyorlar. Eski İçişleri Bakanımız da televizyonda “İçimizde ukte” dedi. O zaman bu kadar gücü olan bir iktidarın gereğini yapmadığını düşünürüm. Kim örtbas etmiştir onu soralım yani. MİT Müsteşarlığı falan sözkonusu değildi. Olsa bilirim herhalde. Bazen ben Necip’in ölümünün nedeninin de bu tür tevatürler olduğunu düşünüyorum. Çok dedikoducu bir toplumuz biz. Hayattayken bu tür söylenitler nedeni ile tazminat davaları açtık biz.

TESADÜFLER
Harper Lee’nin kitabı Bülbülü Öldürmek, eşimle ilk kez para verip aldığımız kitap. O gençliğinde almış, ben ilkokul son sınıfta. Önemsediğim bir kitap. O bir tesadüftü. Zaten benim eşimle karşılaşmam da bir tesadüftür. Filmlik hikayelerimiz çok bizim. Ziraat Fakültesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu’ndayken Devrim Tarihi hocamızdı ama çok da meraklı olduğum biri değildi. Hatta bazen bana çok dikta davranışları olan biri gibi de geliyordu. Aramızda da 11 yaş fark var. Mahallemizde okuma gruplarımız vardı bizim. Herşeyi okurduk, Red Kit’ten Tommiks’e kadar. İkinci sınıftayken Tandoğan’daki kitap fuarına gitmiştim. Kitapları toparlayıp dönmemle biriyle pat diye çarpışmam bir oldu. Kitaplar yerlere saçıldı. Hem söylenip hem kitapları toplarken bir kafamı kaldırdım, bizim hoca! “Burada ne yapıyorsunuz” dedi. Kitaplara bakıyorum, ne yapılır burada? Bir sohbet başladı, orada anladım. Tavrı farklılaştı çünkü. Ondan sonra ilgilenmeye başladı benimle. Kötü bir kağıdıma yüksek not verdi. O hep “Ben seni seçtim” demiştir. Ben de benim tavladığımı söylemişimdir. Üçüncü sınıfın son sınavlarında bize “Artık derslerinize gelmeyeceğim” dedi. Bir bozuldum, ne demek yani? O yıl Faruk Sükan’ın bir kitabı çıkmıştı. O kitabı nasıl bulabileceğimi sordum. Bir baktım final günü kitabı alıp getirmiş, arkasına da telefonunu yazmış. “İhtiyaç olursa görüşebilirsiniz” yazmış. Aradım onu. Hemen “Yemek yiyebilir miyiz?” dedi. İlk yemekte de evlenme teklif etti.  Ailem çok hoşlanmadı ama o akademik yılın başında nişanlandık. Okul bitince de 14 Temmuz 1986’da evlendik.

KANİJE
Büyük kızımın adı Kanije. O fikir benden çıktı aslında. Lisedeyken bir arkadaşımın adı Kanije’ydi. Hamile kalınca çocuğumuza bu ismi vermek istediğimi söyledim. O da çok sevindi. Yurt dışındaki Türk eserleri ile ilgili bir sözlü tarih çalışması yapmıştı. Kanije’yi falan biliyor, görmüş. Sonra birlikte de gittik gördük. Kanije, Osmanlı’nın batıda ulaştığı son mevzii. Küçük kızımız olunca ona da Uyvar adını verdik. Uyvar kalesi de Slovakya’da, Kuzeybatıdaki en son nokta. Arkadaşlarımızın diline düştük. “Bundan sonraki Estergon mu olacak?” diye kafa buluyorlardı bizimle. Tabii noktayı koymak zorunda kaldık. Uyvar, mütercim tercümanlık okuyor. Kanije, hukuk son sınıfta. AİHM’de çalışmak istiyor. Siyaseti denemek istedi bir ara. CHP Gençlik Kolları’na girdi. “Babanın soyadından yararlanıyorsun” etiketiyle karşılaştı orada. Alay etmeye başladılar, “Sen hiç hayatında Kızılay’a gittin mi?” gibilerinden. Devam edemedi. Ben siyaseti düşünebilirim, düşünmemem için hiçbir sebep yok. Ama kim çalışmak ister ki benim kafamdaki biriyle? Hiç zannetmem.

AİLEM
Kolay bir çocukluğum olmadı benim.  Annem ev hanımı babam esnaftı. Eğitimli bir ailenin kızı değilim ben. Ama oturduğumuz yer güzeldi, çevremiz insanı kendisine yatırım yapması için uyaranlarla doluydu. İyi bir okula gittim. Deneme Lisesi biliyorsunuz Uğur Mumcu’dan, Doğu Perinçek’e kadar çok insanın mezun olduğu bir okul. Bir de çok mutlu bir ailenin çocuğu değildim, onu da söyleyeyim. Çok iyi geçinebilen bir anne baba değillerdi bizimkiler. Her zaman bir huzursuzluk olurdu ailede. Aklınız sizi yönlendiriyor. Çok okudum, bir de felaket gözlemciyimdir. Bazen rahatsız edici bir şekle dönüşüyor kendi açımdan. Ebebeyn olarak neyi yanlış yaptıklarını irdelerdim. Neden birbirleriyle anlaşamadıklarını çözmüştüm, onlar çözememişti. İş ve kariyer açısından şanslı bir insanım ben. Hayal ettiği işi yapan ender insanlardan biriyim. Akademisyenlik çocukluk hayalimdi.  Hep siyah etek ceketli, beyaz gömlekli, gözlüklü, saçı topuzlu bir profesör gelirdi gözümün önüne. Ben de yapacağım bunu demiştim. Aile bilimci oldum. Doktoram da öyle. Şu anda sosyal hizmet alanında çalışıyorum.

ADD
Babam Adalet Partili’ydi, sonra da Demirel’i destekledi. Fanatikti, futbol takımı tutar gibi. Ben Ecevit’e oy verdiğimde “Sen benim kızım olamazsın” demişti bu yüzden. Bizim eve Tercüman gazetesi girerdi. Babama bazen Ahmet Kabaklı, Nazlı Ilıcak’ın yazılarını okurdum. Onları okuyarak başka bir yöne yol aldım. Sosyal Demokrat olarak tanımladım kendimi. Söyleyince başıma bir şey gelmeyecekse ben hala kendimi Atatürkçü ve Kemalist olarak tanımlıyorum. Ulusalcı dersem de başıma bir şey gelir mi? Bunu gönül rahatlığıyla söyleyemeyeceğimiz günlerden geçiyoruz maalesef. Ama temelde sosyal demokratım. İdeolojim insan benim. Eşim Basın Yayın mezunu, gazeteci kökenli. Ben de akademisyenim. Sosyal olaylara uzak kalamayız, kafa yormanız gerekiyor. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin gerekliliğine inanan ama kötü bir yere götürüldüğünü de gözlemleyen insanlarız. ADD’de yöneticilik istemiyordum. Arkadaşlar çok ısrar etti aday olmam için. Kongrede ADD’ye parti gibi bakıldığını görüp şaşırdım o gün. Liste yüzünden evimize girmiş çıkmış insanların o gün bana selam vermediğini gördüm. Hoşnutsuz şekilde o seçime girdim. Mevcut yöneticilerin ağırlıkta olduğu karma bir listeyle seçilince ayrılacağımı da deklare ettim. Pazar günü o dönemin başkanı Şener Eruygur telefonla aradı. Estim yağdım ona. Kızgınlığım vardı. Ben ve eşim ADD’nin etkinliklerine hep katıldık. Ama ben kendisini Necip için yaptığımız anma toplantılarında hiç görmedim. Ertesi gün dilekçemi faksladım, zaten olay patladı. Bu insanlar pat diye gözaltına alındı. Meşhur yandaş basın, “Eşini öldürenlerin olduğu dernekte çalışamayacağını anladı ve ayrıldı” diye yazdı. 

12 Mayıs 2012

ANNELİĞİN DOĞASI (5 Mayıs 2012 tarihinde II.Ulusal Ebelik Günleri kapsamında yaptığım konuşma) 

İnsanlar efsanelere inanır; kendi yarattığı bu efsaneler arasında sıkışıp kaldığını fark etmeleri de zaman alır; ancak annelik miti de öyle kolay yıkılacağa benzemiyor.

Şekilden şekle giriyor, “uzmanların” bilgi desteği ile sürekli yenilenip etkisini devam ettiriyor.

Anne olamayan kadınlar acı çekiyor, eziklik hissediyor ve tüp bebek merkezlerinin kapısını aşındırıyor.

Hamilelik başka macera, doğum başka, çocuğa bakıp büyütmek ise tam bir ömür törpüsü. Anneler bir türlü kendilerinden emin olamadıkları bu süreçte asla tedirginliklerini üstlerinden atamıyor.

Anneliği annelerden öğrenme dönemi kapandıktan sonra her kuşakta başka bir anne tipi model olmaya başladı. Bir zamanlar emzirmek elzem değildi; şimdi zorunlu. Kundaklama, hatta bebeğin yatış şekli de büyük değişiklikler geçirdi. Sezeryanla doğum tartışması sürüyor.

Bu tartışmalar arasında sosyal bilimciler ve özellikle feminist sosyal bilimciler çocuğun her şeyi maskelediğini, çocuğu doğurduktan sonra bakımını üstlenen ve genellikle tek başına büyüten kadını gerçeklerden, kendinden uzaklaştırıp hayattan kopardığını iddia ediyorlar.

Haksız da sayılmazlar zaman zaman kadının en önemli, hatta tek sorumluluk alanı çocuk; ilişkileri, evliliği kurtarıyor, övünç kaynağı oluyor. Din adamlarının, sağlık uzmanlarının, tıbbi bilginin, siyasi iktidarların ve diğer annelerin ortak inşa ettiği bu yapıya itiraz etmek neredeyse olanaksız.

Hatta anneliğin evrensel ve ortak hiçbir davranışının belirlenemeyeceği, aksine, her kadına, kültürüne, aldığı eğitime, hırslarına, hayallerine, düş kırıklıklarına göre değiştiği ve kulağa ne kadar zalim gelirse gelsin, annelik sevgisinin de yalnızca bir duygudan ibaret olduğu, dolayısıyla koşullardan etkilendiği vurgulanıyor.

Bu duygu bir kadında mevcut olabilir de olmayabilir de. Kadınlar çocuk doğursalar da bu duyguyu taşımayabilirler yada doğurmayan kadınlar bu duyguyu yoğun olarak taşıyabilirler. Anne olmak için bir çocuğu doğurmak gereken dönemler de sona erdi. Annelik bir arzu, istek… Bu bir kadında güçlü de zayıf da görünebilir, çünkü her zaman toplum tarafından tanımlandığı gibi  anneliği sergilemek artık olanaklı değildir, değişen toplumsal yapı ve değerler de bunu gerekli bulmamaktadır.

Kadınların bedenleri, düşünceleri, hal ve hareketleri nasıl tanımlanıp belirleniyorsa anneliğin de bundan payını aldığını söylemek mümkün.

Medeniyet ürünü yeni annelik sınırsız özelliklere sahip. Günümüzde modern kentli kadın, doğum pratiğini bilmediği için kendini tümüyle uzmanlara bırakıyor. Abartılmış risk algıları ülkeden ülkeye, doktordan doktora değişiyor. Kadınlarda anneliğin içgüdüsel olduğunu söyleyenler, çocuk için neyin, ne zaman yapılması gerektiğine dair listeler hazırlıyor, işleri hafifletmiyor, aksine çoğaltıyorlar.

Annelik çok tipik davranış kalıpları olan ve beyindeki özel nöral sistemler tarafından yönetilen ve yürütülen tamamen doğal bir süreçtir.

İnsandaki annelik davranışı ve bu davranışı sağlayan nöral sistemler milyonlarca yıllık evrimsel gelişimin bir ürünüdür. Anne beyninin kendi yaşıtları olan doğurmamış kadınların beyninden çok farklı olduğu ve özellikle kendi yavrusu konusunda son derece duyarlı olduğu kanıtlanmakla birlikte, işin içine akıl, eğitim, sosyo-ekonomik koşullar girince bu biyolojik evrimsel süreç yönetilebilir hale geliyor. Oysa anneliğin biyolojik süreci kadınları tek tip bir davranış kalıbı göstermeye hazırlıyor.

Biyolojik bilimler annelik davranışının esas olarak genetik ve hormonal etkenlerce tetiklenip sürdürüldüğünü ortaya koymaktadır, ancak tabii ki, annenin çocukluğundan itibaren almış olduğu eğitim ve yaşanan olumlu ya da olumsuz olaylarca anlamı değişebiliyor.

Tüm memeliler gibi insanda da annelik davranışının doğal ve otomatik olarak nörobiyolojik sistemler tarafından başlatılması ve sürdürülmesi sayesinde yenidoğan bebeğin korunup kollanması ve böylece neslin devamı garanti altına alınmış oluyor. Anne çocuğunu önce kendi ihtiyacı için emzirir, yani biriken sütün acısını gidermek için. Meme vermesini sağlayan ilk neden sevgi değil, kendi bedeninin dayattığı ihtiyaçtır.

Ancak emzirmek zaman zaman moda zaman zaman değil, emziemeyi yükselen değer kılmak için dönem dönem  anne sütünün faydaları anlatıla anlatıla bitirilemiyor, hatta kampanyalar düzenleniyor. Bu durumda çeşitli nedenlerle bebeğini emziremeyen anne -sütü azdır, apse yapar, çocuk beğenmez- emzirememenin ezikliğini yıllar sonra bile üzerinden atamıyor, çocuğun üstüne daha çok düşüyor.

Oysa emzirmek çocukla sürekli yakın ilişki gerektirir ve bu temas alışkanlığı annelik şefkatini doğurur. Kimi kadın bu duyguya saplanıp kalır, kimi denetleyerek çocukla ilişkisini dengelemeye çalışır, kimi de aldırmaz etkilenmez.

Annelik çok tipik davranış kalıplarının sergilendiği fizyolojik bir durumdur. Memelilerde türün devam edebilmesi tamamen bebeğin anneye bağımlı olduğu belli bir dönemde ayrıntılı annelik hizmetinin ona sunulmasına bağlıdır. Yeni anne olan dişide bebek doğar doğmaz davranış değişiklikleri gözlenir. Bu davranışlar bebeğin derhal bakımını ve korunmasını temin eden davranışlardır ve annelik davranışı olarak adlandırılır.

Memelilerin çoğunda çocuğun bakımı dişiler tarafından sağlanır. Annenin doğum öncesinde yavru için çok hazırlık yapmış olması ve süt üretebilme yeteneğine sahip olması nedeniyle, doğa memelilerde annelik bakımı görevini dişiye vermiştir. Memelilerde sosyal uyaranın esas kaynağını anne-çocuk ilişkisi oluşturur, dolayısıyla anne bakımı sosyalleşmenin ana kaynaklarından biridir. Annenin çocuğunun ihtiyaçlarını bilmek zorunda oluşu insanlarda ‘’zihin okuma’’ (theory of mind ya da ToM), duyguları anlama ve empati yeteneğinin bu kadar gelişkin olmasını da sağlamıştır. İnsanda bebeklik dönemi uzundur. Bunun nedeni insan beyninin diğer bütün primatlarınkinden daha büyük olması ve gelişmesinin ancak yıllar içinde tamamlanabilmesidir. Hayvanlarda genel olarak avcı türlerin bireyleri daha az gelişmiş ve anne bakımına daha uzun süre ihtiyaç duyar halde doğarlar, avlanan türlerin yavruları ise (avcılardan hemen kaçabilmek amacıyla) hareket edebilen durumda ve daha gelişmiş halde doğarlar. Bu nedenle avcı türlerin annelik bakımları genellikle daha uzun sürer.

Çocuğun normal fiziksel ve ruhsal gelişimi için anne bakımına ve sık dokunulmaya ihtiyacı vardır. Özellikle memelilerde özel bir dönemde (örneğin kemirgenlerde doğumdan sonraki ilk hafta) annenin bakımı, dokunması, yalaması bu gelişim açısından önemlidir. Anne yokluğu çocukta sosyal, davranışsal ve bilişsel işlevlerin gelişiminde geriliğe, strese cevap sisteminin anormal gelişimine, öğrenme ve bellek bozukluklarına ve ilerde kendisinin de iyi anne olamamasına yol açmaktadır

İnsan ve hayvanlarda annelik davranışının gelişmesi için genetik (oksitosin, prolaktin, östrojen alfa reseptör genleri gibi), çevresel (bebeklik ve çocuklukta örnek alınan anne davranışları, doğumdan önce ve sonra bebeklerle karşılaşma, bebeğin uyarısı) ve hormonal [doğumdan önce östrojen ve progesteron, doğum sırasında ve sonrasında oksitosin, prolaktin ve kortikotropin salgılatıcı hormon (CRH)] etkenlerin birlikte geliştirdikleri özel nöral yolaklar gereklidir. Bu özel nöral yolakların gelişmesi işlemi nöral plastisitenin sonucudur. Dişi beyninin annelik davranışları, doğumdan itibaren başlamak ve dişinin üretken olduğu yaşlarda (ergenlikle başlayan döngüler, gebelik, postpartum dönem ve nihayet çocuk-anne ilişkileri sırasında) hızlanmak üzere ilerleyen kendine has bir nöral plastisite sonucunda gelişir ve oturur.

Anneliğin anneye faydası var mı?
Polonya’da yapılan bir çalışmada her çocuğun annenin hayat süresini ortalama 95 hafta kısalttığı bildirilmiştir. Bu çalışmada çocukların babanın ömrünü kısaltmadıkları, her kız çocuğun babanın ömrünü 74 hafta uzattığı, erkek çocuğun ise babanın hayat süresine bir etkisinin olmadığı bulunmuştur. Bu farklılığın, annelerin üremenin, hamileliğin ve doğum sonrasındaki ağır iş yükünün sonucu olarak yaşadıkları enerji kaybı ve hastalıklara daha açık olmaları, babaların ise böyle bir bedel ödemeden kızlarından daha iyi bakım ve destek almaları, böylece daha sağlıklı bir ortamda yaşamalarının sağlanmasına bağlı olabileceği ileri sürülmektedir.

İyi anne-çocuk ilişkisinin gelişiminin sağlanması
Annelik bakımı çocuğun yaşaması, dolayısıyla türün devamı için son derece önemli olduğundan doğa iyi bir anne-çocuk ilişkisinin gelişimini garanti altına almış gibi görünmektedir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için doğa tarafından kadını anneliğe hazırlayan ve anneliğe daha kolay tahammül etmesini sağlayan bazı hazırlıklar yapılmakta ve gerekli donanımlar anneye verilmektedir;
1. Kadının çocukluktan itibaren anneliğe hazırlanması.
2. Kadının gebelik sırasında anneliğe hazırlanması.
3. Doğumla birlikte anneliği başlatan hormonların salınması.
4.Annenin annelik görevini ‘’severek’’ yapabilmesi için anneliğin ödüllendirici etkisi.
5. Annenin belleğinin güçlendirilmesi.
6. Annenin yabancılara karşı saldırganlığının artması.
7. Bebeğin anneye sevimli görünmesi.
8. Bebeğin çığlığına annenin koşması.
9. Çocuğun anneye bağlanması.
10. Çocuğun duygularının anne tarafından anlaşılabilmesi.
11. Annenin düşüncelerinin çocuğa odaklanması ve çocuğun korunması ve bakımı konusunda titiz olması.

Anneliğin türün devamlılığı açısından son derece önemli olması nedeniyle kadınların anneliğe hazırlanmaları işlemi doğa tarafından  bebekliklerinden itibaren özenle ele alınmaktadır. İnsan ve diğer primatlarda bebek yaşlarından itibaren dişilerin bebeklere ilgisi, dokunma sayıları erkek çocuklarınkinden fazladır. Bu cinsiyet farkının ergenlik döneminde iyice belirginleştiği ve perinatal dönemde beynin maruz kaldığı hormonlarla ilişkisinin olabileceği ileri sürülmektedir. Özellikle östrojenin bu konuda önemli olduğu düşünülmektedir. Nitekim doğumdan hemen sonra overleri alınmış dişi rhesus maymunlarının bebeklere ilgisinin az olduğu, ancak erişkinlikte östradiol yerine konulursa bu ilginin normale döndüğü bildirilmektedir .

Kadınlar çocukluktan itibaren sosyal ilişki kurmakta daha başarılıdır. İnsanlarda hem kadın, hem de erkeklerde sosyal ilişki kurabilme yeteneği ile fetal testosteron düzeyi ters orantılı bulunmaktadır. İşte kadın ve erkeğin sosyal davranışlarının farklı oluşunun altında farklı üreme stratejilerinin olması gerçeğinin yattığı ileri sürülmektedir. Kadınlarda çocuğun sayısından çok kaliteli yetiştirilmesi esas olduğu için, onların hem çocukları ile hem de etraftaki diğer dişilerle (özellikle akraba dişilerle) iyi sosyal bağlar geliştirmeleri gereklidir.

Kadınların daha sosyal varlıklar olmasının ardında da bu evrimsel gereklilik bulunuyor olabilir. Özellikle primatlarda anne dışındaki dişilerin de annelik davranışı gösterebilmeleri sayesinde, çocuğun başkaları tarafından da bakılıp büyütülebilmesi mümkün olmuştur.  Bunu sağlayan hormonlar aynı zamanda sosyal tanıma ve sosyal ilişkileri de kolaylaştıran hormonlar olduğu için bu hayvanlar sosyal hayvanlardır.




Dişinin gebelik sırasında annelik için hazırlanması
Dişinin gebelik sırasında anneliğe hazırlanması işlemi genellikle gebelikte düzeyleri artan hormonlar tarafından yapılmaktadır. Burada özellikle östrojen ve progesteronun rolleri önemlidir. Doğurmamış koyunlarda östradiol ve progesteronla ‘’ön duyarlılık sağlama’’ (priming) yapıldıktan sonra vajinoservikal uyarı ile oksitosin salınışı başlatılırsa otomatik olarak annelik davranışları başlamaktadır. İnsanlarda da annenin gebeliği sırasındaki östradiol düzeyleri ile doğumdan sonraki çocuğuna bağlılığı arasında pozitif ilişki olduğu bildirilmektedir.

Gebelik boyunca yüksek olan progesteron ve östrojenin annelik davranışında önemli olan beyin bölgelerinde oksitosin ve prolaktin reseptörlerinde artış oluşturarak anneliği başlattığı belirtilmektedir. Doğumdan hemen sonra östrojen ve progesteron düzeyleri düşmekte, ancak annelik davranışı bir kere tetiklendikten sonra bu düşüşün anneliğe olumsuz bir etkisi olmamaktadır.

Gebelikte annede yaşanan bir diğer değişiklik annenin bebeğin kötü kokularına karşı duyarlılığının azaltılmasıdır. Gebelik sırasında oluşan hormonal değişikliklerin etkisi sonucunda kadının bebekle ilişkili kötü kokuları daha tarafsız, hatta bazen ödüllendirici bir koku olarak algılanmasının sağlandığı ileri sürülmektedir.

Oksitosin doğumdan hemen sonra anneliğin başlaması için gereklidir, ne var ki, sürdürülmesinde o kadar önemli değildir. Doğumdaki vajinoservikal uyarı oksitosin salınışını uyarmakta ve bu artan oksitosin doğum ve annelikle ilişkili birçok olayı birlikte başlatmaktadır. Oksitosin doğuma yardımcı olmasının yanı sıra, süt salınışına yardımcı olmakta, MPOA, BNST, amigdala ve olfaktor bulbtaki reseptörlerini uyararak annelik davranışını başlatmakta, annenin çocuğunun kokusunu kavraması ve onu bu yolla tanımasını sağlamakta ve bir yandan da bazal hipotalamustaki reseptörleri aracılığıyla cinsel isteği baskılamaktadır.

Emzirme sırasında salgılanan oksitosinin aynı zamanda annenin anksiyetesini ve stres düzeyini azalttığı kanıtlanmıştır. Ayrıca oksitosinin annenin bebeğin işaretlerini anlayabilmesinde ve onu tanımasında da olumlu bir katkı yaptığı ileri sürülmektedir. Oksitosin kalabalık gruplar halinde yaşayan hayvanlarda ise annenin kendi çocuğunu tanımasında etkilidir. Son yıllarda süt kafası diye sohbetlere konu olan davranışların nedeni de bu hormonal mekanizmadır aslında.

Oksitosinin özellikle ilk doğumda annelik davranışının başlatılması için gerekli olduğu, sonraki doğumlarda ise artık oksitosin gerekmeksizin annelik davranışının sürdüğü bildirilmektedir. Annenin ilk doğumu değilse oksitosinin bloke edilmesi annelik davranışını engellememektedir. Kısaca  burada ‘’bir kez anne olmuşsan artık ölünceye kadar annesin’’ demekten başka açıklama yoktur.

Doğumdan sonra dişide annelik davranışının başlatılmasında prolaktin hormonunun rolü de önemlidir. Memelilerde doğum sonrasında hem annelerde, hem de babalarda bir prolaktin yükselmesi gözlenmektedir. Prolaktin annelik davranışını uyararak desteklemektedir. Dişi hayvanlar yavru hayvanlarla karşılaştıklarında prolaktin salınışı artar. Prolaktin reseptörleri olmayan fareler yavrularına annelik davranışını gösteremezler

Kadınların önceki doğum deneyimleri arttıkça merkezî sinir sistemi prolaktin reseptörlerinin duyarlılığı artmakta, böylece önceden anne olmuş olanların bebeklerle karşılaştıklarında hiç anne olmayanlara kıyasla çok daha hızlı biçimde annelik davranışına geçişleri sağlanmış olmaktadır. Oksitosin nöronları annenin çocuğa bağlanmasında önemli olduğu gibi, annelik tarzının nesilden nesile (anneden kıza) aktarılmasında da önemli bir rol oynuyor gibi görünmektedir.

Gerçekte bu biyolojik etkileşimler olsun ya da olmasın annelikten temelde beklenenler;
-Çocuğunun kendi ihtiyaçlarını ve doğasını fark edebilmesi,
-Çocuğun gelişimine uygun destek verebilmesi,
-Şartsız kabul ve sevgi göstermesi,
-Çocuğunu bir birey olarak kabul etmesi, 
-Çocuğuna her ne olursa olsun, gözlerinde bir ışıltıyla bakabilmesidir.

Ama asıl hepimizin anlaması gereken annelik yeteneği olmayan ya da annelikle ömür tüketmek istemeyen kadınların da rahat bırakılması ve bu tercihe en az anne olmayı tercih etmeye duyulan saygı kadar saygı duyulmasıdır.