29 Şubat 2016

BİR ERİLLİK BUNALIMI OLARAK TECAVÜZ: YA KÜLTÜRE DÖNÜŞÜRSE?



Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü- HaE Kurucu Direktör

İstanbul’da, Bağdat Caddesi'nde 19 yaşında bir üniversite öğrencisinin cinsel saldırıya uğraması, olayın geçtiği yer nedeniyle ilgi çekti. Oysa, hemen ardından Ankara Gölbaşı’nda 17 yaşında bir genç kadın, patronunun cinsel saldırısına uğradı. Ve ailesi fare zehiri içirerek, genç kadını öldürmek istedi. Özgecan, hafızamızdan henüz silinmemişken, Suriyeli sığınmacı genç kadınların bir mal gibi alınıp satılma haberleri, sıradanlaştı. Biliyoruz ki, Bağdat caddesinde gerçekleşen olay, İstanbul’un kenar bir yerleşiminde ya da Türkiye’nin kırsalında yaşansa, bu kadar konuşulmayacaktı. Kadınlar artık bu ülkede, yer, zaman ve mekan fark etmeden şiddet/saldırı/taciz tehdidi altında yaşıyorlar. Bu açıdan, bir saldırının diğerinden hiç bir farkı yok. Tecavüz/cinsel saldırılar sosyal psikoloji perspektifinden bakıldığında; var olan toplumsal cinsiyet düzeninde ‘’hegemonik/egemen erilliğin’’ yarattığı, kaçınılmaz bir sonuç olarak görünmektedir. Bu nedenle, her tecavüz eden erkek hasta ya da sapkın değildir. Tecavüzün nedenlerini ve koşullarını anlamak için öncelikle bu gerçeği kabul etmek gerkmektedir.
Kadınların neredeyse tümünü etkileyen tecavüz ve yarattığı tedirginlik, korku, bireysel bir sorun olarak görülmektedir. Tecavüzü böyle konumlandırmak, kurbanların farklı biçimde davranmayı öğrenmeleri halinde, tecavüzün kişisel düzlemde kalmayacağı, genel olarak önlenebileceği inancına neden olmaktadır. Tıpkı, 19 yaşında bir genç kadının gecenin 3ünde nereden geldiğinin sorgulanması gibi. Özellikle kadınlara, gece sokağa çıkmamayı, tayt gibi dar giysiler giymemeyi, yalnız yaşamamaları gerektiğini, tek başlarına taksi ya da dolmuşa binmelerinin uygun olmadığını öğreterek, sorunun çözüleceğine toplumu inandırma çabaları gibi... Bu çabaların özünde, kadınlara nasıl davranmaları gerektiği direktifini verme, sorunun kaynağının kadınlar olduğunu gösterme isteği bulunmaktadır. Bu durum, kadınların yaşam biçimlerinin tecavüzü kabulü ya da davranışlarının tecavüzü tahriki ile açıklanırken; faillere ilişkin ise, tecavüzcülerin doğuştan gelen dürtülerinin ya da hastalıklarının kurbanı olarak, aslında mağduriyetlerini tasvir etmektedir. Tecavüzün sorumlusu, dolaylı olarak kadın denmektedir. Ki, tecavüz suçlularına verilen cezalardaki iyi hal indiriminin kaynağı da bu bakış açısıdır.  
Oysa içinde yaşadığımız toplumda; ataerkillik ve erillik, kadınlık hallerini ve rollerini de belirleyen,  toplumsal cinsiyet düzenini inşa eden iki temeldir. Bu bakımdan toplumsal iktidar yapısı, belli kişisel eylemlilikleri/kadının toplumdaki eylemlerini kısıtlayabileceği gibi, baskın erillik davranışlarını/erkeklerin eylemlerini de sınırlandırmayarak, serbestlik tanıyabilir. Böylece, serbest olarak sokakta gücünü gösterebilen erkekliğe karşılık, kadınlarda yaratılan tecavüz korkusu, kadınların özel alana kapanması yönünde işlev kazanmaktadır. Sokakta yaşanan tecavüz olayları yaygınlaştıkça; (i) kadınlar, “kadının yerinin evi olduğu” anlayışına yönlendirilmekte, (ii) tecavüz sokağa ilişkin bir suç olarak konumlandırılmakta ve (iii) kadınlar tecavüzden korunmak için eve kapanmaya güdülenmektedirler. Ancak, çok iyi biliyoruz ki, aynı tür bir erkeklik anlayışının sonucu olarak tecavüz, ailede/özel alanda da kadınların peşini bırakmamaktadır.
Erillik ve ataerkillikle inşaa edilen toplumsal cinsiyet eşitsizliği de, böyle ortaya çıkmaktadır. "34 yaşındaki evli ve 2 çocuklu bir erkek gece 3'te Bağdat Caddesi'nde neden cinsel saldırıda bulunur" sorusunun yanıtı da bu eşitsizlikten çıkmaktadır. Tecavüz eden erkekler için çözüm olarak, kadınların tavır ve davranışlarını değiştirmeleri gerektiğine ilişkin söylemlerin kaynağı da, yine bu eşitsizliktir. Kadının ikincil toplumsal konumu nedeniyle bütün kadınları ve erkek olmayan ‘’diğerleri’’ni aşağılamanın çeşitli biçimlerinden, tecavüz sadece biridir.
Kadın, tecavüz ile iradesi dışında cinsel bir nesne yerine konmakta, cinselliği kullanılmakta ve cinselliğinin özü tahrip edilmektedir. Kadının, erkeğin cinsel tatmininin hizmetinde olduğu ve bir birey olarak iradesinin önemsiz bir ayrıntı olduğuna dair fail algısıyla, kadın bedeni bir nesne olarak yansıtılmaktadır. Saldırgan tarafında ise, tecavüz, bir yandan kendi cinsellik tanımını ve erkekliği, bir yandan da kadına bakışını yansıtan bir eylem özelliği taşır. Bu açıdan tecavüzün dayanağı, ‘’hegemonik erkeklik’’tir. Hegemonik erkeklik, kadınlarla ve tanımlanmış bir erkeklik algısı ile ilişkili olarak yaratılan bir erkekliktir. Bu tür erkeklik, hem kadınlara ve hem de hegemonik erkeklikle çatışan, farklı erkekliklere hükmetme yeteneği ile donatılmış  bir ego ile var olmaktadır. Erkeklikle ilgili güç ve kendine güven, bu egoyu beslemektedir. Dolayısı ile bu türden bir erkeklik algısı, tecavüzü kendini tamamlanmış hissetmek, psişik güvenliğini korumak amacı ile doğal bir biçimde kullanır. ‘’Şeytana uydum’’ sözünün ardındaki gerçek de budur esasında. Şeytan dediği, kendi egosu ile birleşen erkek olmaya dair güce erişme ve bu gücü koruma arzusudur. 
Son yıllarda, Türkiye’de doğrudan siyasal, sosyal ya da ekonomik koşulların sonuçları ile açıklayamadığımız, gelip geçici olup olmadığına dair bir karar veremediğimiz,ama çözülebileceğine de inanmadığımız kötü olaylar için “kültür” kavramını sıklıkla kullanır olduk. “Linç kültürü”, “şiddet kültürü”, “tecavüz kültürü” bunlardan bazıları… Geçtiğimiz yıl, Özgecan’ın  tecavüz edilerek ve yakılarak öldürülmesi, Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Olay infial yarattı, oysa bu coğrafyada çocuk yaşta bile herkesin, hatta hayvanların başına gelebilecek bir olaydı.  Türkiye’de risk altında olan yalnızca kadınlar değil. Kız-erkek çocuklar, yaşını doldurmamış bebekler de, cinsel şiddetin kurbanı oluyorlar.
Ülkemizde yaşayan her kadın ve erkek, yalnız bir kadının ya da çocuğun tecavüze uğrama olasılığını bilir. Bu bilgi, bir bakıma ortaktır ve bu, adeta “kültürel” bir bilgidir. Acaba gerçekten de Türkiye’de bir “tecavüz kültürü”nden söz etmek, mümkün müdür? Esasında bu türden olayları “kültür” olarak tanımlamaya başladığımızda, hepimizin bilincinin derinliklerine yerleşmiş duyuş-düşünüş ve davranışlar arasına bu olayları katıp, “faili meçhulleştiriyoruz”, ‘’sıradanlaştırıyoruz’’, deyim yerindeyse ‘’meşrulaştırma’’ girişiminde bulunuyoruz.
 Bir toplumda tecavüz, linç, çocuk evlilikleri, istismar, adam öldürme gibi suçlar sık sık gerçekleşiyorsa, bu sorunlarla  yüzleşmemenin, sorgulamamanın en kolay yolu “bu zaten kültürümüzde var,” deyip geçmek oluyor. Zaten yüzleşerek çözülmesi zor bir sorun olan tecavüz; sorgulanması, cezalandırılması, onarılması, değiştirilmesi gerekli ve olanaklı bir durum olmaktan çıkarak normalleştirilmiş oluyor. Ayrıca  “tecavüz kültürü” dediğimizde; tecavüzün değişime de kapalı bir durum olduğunun altını çizmiş oluyoruz.

Tecavüz “kültür”  değildir. Bu nedenle “normal” ve değiştiril(e)mez de değildir. Tecavüz, yani rızası olmayan bir bireye yönelik cinsel saldırı, bir suçtur… Suç olduğu için cezalandırılmalıdır, ancak toplum bir baskı oluşturarak iktidarları, kadın ve çocukların güvenliği için, tecavüzü olanaklı kılan koşulların kökten ortadan kaldırılmasının yollarını bulmaya zorlamalıdır.  Ancak bu yol, kadınların sokaklardan çekilmesi değildir. Kadınların sokaklardan çekilmesini istemek ve savunmak, tecavüzü bir kültür unsuruna dönüştürecektir. Cinsiyet eşitsizliklerine dayalı olarak biçimlenen kadınlık ve erkeklik rolleri, kadın-erkek ilişkileri, erkeklerin amansız, acımasız ve usta avcılar, kadınların ise, her daim zalim avcıların önünden kaçmak zorunda olan av hayvanları olarak konumlandırıldığı bir orman fotoğrafını parçalarıdır. Ancak ormanda yaşamadığımızı da çok iyi biliyoruz. Tecavüz, erkeğin kendini iyi ve tamamlanmış hissetmek amacı ile, egosunu ve erkeklik gücünü en iyi ve en kolay gösterebileceği bir eylemdir. Bu gerçekte , erkeğin egosundan dışa vuran bir ‘’erillik bunalımı’’dır. Cinsiyet eşitliği arttıkça, azalacak bir bunalımdır. Asıl tehlike, cinsiyet eşitsizliklerinin pekiştirilmesi ile kültüre dönüştüğünde kadınların yaşayacaklarıdır…

5 Şubat 2016

14 Şubat Yaklaşırken Herkes Onu Konuşuyor : AŞK




Aşk Hem Var Eder Hem de Yok, Üstelik Çok Olanı Bile Var!!!

Ne çok konuşuruz aşk meşk işlerini, hep da zannedilir ki, bir kadın meselesidir. Külliyen koca bir yalan. İddia ediyorum erkekler daha fazla konuşuyor. Hiç bir şey yapmasalar eşleri ya da sevgilileri ile aralarında olup bitenden dert yanarken ‘’ aşk bitti aramızda, yorucu olmaya başladı bu ilişki’’ yorumları birbiri ardına yapılıyor.

Hep söylediğim bir şeydir danışanlarıma, aşk denmez buna, onun adı sevgidir, aşk zannettiğimiz şey arzudur ve tutkudur. Sevgiyle karıştırılmamalı. Arzu namı diğer aşk olmuş, arzuyu aklamak adına. Aşk yoktur aslında. Sadece sevgi vardır. Hissettiğimiz şey, ki, aşksa eğer tutku ya da istek gibi ve  diğer pek çok bağ gibi sevgi bağının bir türüdür. Aşık olursunuz, içinizde bir ateş yanar. Bazen bu ateş sizi de kavurup yok eder. Aşık olursunuz, öyle bir sevgidir ki,  anlatmaya gerek yok herkes aşık olmuştur en az  bir kere hayatında, yeniden var olursunuz, uçabilirsiniz de.

Bütün bu var olma ya da yok olmalarımız duygusallığımıza ve karakterimize bağlıdır esasında. Kısacası aşk, yoğun sevgidir. Yoğun sevgi içinde yaşayıp mutlu bir şekilde ölecek karakter kazanılabilir mi ? Kesinlikle ‘’Evet’’. Ve hepimiz bir şekilde aşık oluyoruz işte.  Kozmik bir güç mü? Bizi bir araya getiren, yoksa kader mi? Yıllar sonra, eğer hala birlikteyseniz o kişiyle, aşkın aslında sevgi olduğunu o zaman anlıyorsunuz. Gene de "aşk bitti, sevgiye dönüştü."  fikri çok tartışmalı. Zaten sevgi değil midir yaşanan? Ve böyle bir sevginin bizi yok etmesi gerekir mi? Cemal Süreya haklı mı? ‘’Okyanusta öImez de insan, gider bir kaşık sevdada boğuIur ‘’ derken… Aşk yok eder mi? Biter mi ? Yok olur mu? Ve insanı var eder mi? Hem zor hem de kolay sorular. 


Bir de çok olanı var, hem de ne çok, öyle çok ki, bakıyorsunuz bir erkek ya da kadın aynı anda 2-3 kişiye aşık olabiliyor. Bu herkes için öyle kolay da değil. Yazması, söylemesi kolay da, yaşaması bambaşka. Nereden mi biliyorum? Bir süredir öyle vak'alarla çalışıyorum ki, yaşamadan inanılması zor. Ve danışanlarıma şunu söylüyorum; '' bir gün hiç aklınızdan geçmeyecek ve asla onaylamayacağınız bir ilişkinin baş rolünde buluverirsiniz kendinizi. Yaşam bu belli mi olur?'' Pek çok insan aşkı bildiğini, yaşadığını zanneder ya da yaşamak için aşkı arar. Ancak içinden geçtiğimiz çağda aşkın herkes için ciddi kafa karışıklılarına yol açan farklı halleri dikkatimizi çekmeye başladı. Hele de evlilikler ve ilişkilerin sorgulanması ile bu durum, daha da konuşulup düşüşünülür hale geldi. Çünkü mutluluk arayışı hiç bitmeyen insan, gizlice yaşadığı çok aşklılıktan medet ummaya başladı.

Türkiye’de her yıl  boşanma oranlarındaki artışlardan bahseden resmi istatistikler yayınlanır. Ama nedenleri yeterince sorgulanmaz. Ya da ekonomik, kültürel, sosyolojik, her türlü neden sayılır da, tek bir konu kesinlikle sorgulanmaz. O da; tek eşli evliliğin ve ilişkinin kendisidir. Çünkü buna ülkemizde kılıf bulmak kolaydır ve sorgulamak da kimsenin işine gelmez. Tek eşli aşk ve buna dayalı  evlilikler gökten zembille inmemiştir ve aksine tarihsel bir arka planı vardır. Bir düzen olarak kurgulanıp normatifleştirilmiştir (toplumsal kabulü sağlanmıştır). Sorunlar da böylece başlamıştır. Çok aşklılık kadın ve erkek arasında yüz yıllardır süre giden, deyim yerinde ise;  bir yer altı faaliyetine dönüşmüştür. Şimdilerde, hem erkekler hem de kadınlar çok aşklılığın nedenlerini ve niçinlerini anlamaya, kendisine itiraf etmeye ve ‘’çok aşklılık mutlu eder mi’’ sorularının yanıtlarını bulmaya çalışıyorlar… Aşkın çok olanı nedir? Niçinleri var mıdır? Nasıl da kulağı tırmalıyor değil mi? Aşk bir duygusal eylemdir, aşka sayı sıfatı yakışır mı? demeyin, gelin birlikte karar verelim… www.hablemitoglu.net 


4 Şubat 2016

Dondursak da mı Saklasak ? Saklasak da mı Dondursak ?





Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü- Kurucu Direktör
sengul@hablemitoglu.net
Günümüzde kariyer yapmak isteyen kadınlar, yumurtalarını dondurup yıllar sonra istedikleri zaman hamile kalabileceklermiş. Epeydir ben de, kariyerimin ilk yıllarında böyle bir olanağım olsaydı yapar mıydım diye düşünüyorum. Zor bir karar sanırım. Böyle bir karar vermek zorunda kalmadığıma ise, seviniyorum. Ama bakıyorum da, geçmişle karşılaştırdığımda, bugünün yaşam koşulları kadınların kariyer olanakları açısından daha kısıtlayıcı. Rekabetçi ve acımasız çalışma koşulları, kadınları yaşamın doğallığına müdahale etmeye zorluyor. Doğrusu bu koşullarda onları yadırgamak yerine, anlamak daha doğru bir yaklaşım gibi görünüyor. Ayrıca kadınlar kendi yumurtalarını dondurabildikleri gibi, yumurta bankaları ile anne de olabiliyorlar. Kaldı ki, sperm bankası varsa, yumurta bankası neden olmasın?

Ancak yumurta bankaları belli ülkelerde var. Yumurta dondurma işlemi, sperm dondurmaya göre daha zor ve hassas. Bu yüzden yumurta bankaları sayısı, sperm bankalarına göre çok daha az. Buna rağmen yurtdışında yasal olarak bunu uygulayan bazı merkezler bulunuyor. Kanada, İsrail, Almanya, ABD, İspanya, İngiltere, Polonya ve Belçika’da yasal olarak yumurta bankaları bulunmakta, bu bankaların tıbbi etik kurallarına bağlı olarak hizmet verebilmesi için de sıkı denetimler uygulanıyor. Yumurta bankalarında tabii ki, daha sonra kullanılmak üzere dondurulmuş yumurtalar bulunuyor. Böylece, donör yumurtasıyla hamile kalmak isteyen kadınlar da tıpkı sperm bankalarında olduğu gibi katalogdan kaş, göz rengi, boy özelliklerine göre seçim yapabiliyorlar.

Yumurta dondurmak son yıllarda kadınlar arasında oldukça popülerleşen tercihlerden bir tanesidir. Türkiye’de 2005 yılından beri yalnızca, yumurtalık fonksiyonu zarar görmüş hastalar ve kanser hastalarının doğurganlığını korumak için kadınların yumurtalarını dondurma işlemine yasal olarak izin veriliyor. Kadınların yumurta rezervindeki azalmalar ilerleyen yaşlarda olabileceği gibi bazen genç kadınlarda da görülmektedir. 25 yaşındaki bir kadının yumurtalık rezervinde bazen 45 yaşındaki bir kadının rezervindeki kadar az yumurta bulunabilir. Erken menopoz ya da yumurtalık rezervinde azalma olarak adlandırılan bu sorun karşısında yumurta dondurma işlemi uygulanmaktadır. Bazen, kadınların yaşadıkları sağlık sorunları nedeni ile yumurtalık rezervleri tükenmekte ve hamile kalmaları mümkün olamamaktadır. Hastalık dışındaki nedenlerden dolayı yumurtalarını dondurmak isteyen kadınlar ya da başka bir kadının dondurulmuş yumurtasıyla bebek sahibi olmak isteyenler ABD’ni ya da KKTC’ni tercih ediyorlar; çünkü Türkiye’de böylesi yasal değil. Örneğin; 25 yaşında kariyer yapmak isteyen genç bir kadın 10 yıl sonra çözdürmek üzere yumurtasını dondurup çocuk sahibi olabiliyor.

Donör olarak kabul edilen kadınlar ise, belli uluslararası kurallara bağlı olarak seçiliyor. Tüm işlemler, Amerika’daki Amerikan Üreme Tıbbi Cemiyeti (ASRM) ve Avrupa’daki Avrupa İnsan Üreme ve Embriyoloji Derneği’nin (ESHRE) yayınladığı kriterlere uygun olarak yapılıyor. Hem ABD’de hem de KKTC’de yumurtasını dondurmak isteyenlerin öncelikle bazı kontrollerden geçmesi gerekiyor. Yaş, sosyo-ekonomik durum, hamileliğin ne kadar süre ile erteleneceği önemli ve donörün hem psikolojik hem de fiziksel bir hastalığının olmaması gerekiyor. Bunların hepsine bakıldıktan sonra istek mantıklıysa bir araştırma protokolü içerisinde yumurta dondurma işlemleri yapılıyor. Karşılığında donörlere ciddi paralar ödenebiliyor. İşin bu yanına ilişkin yorum yapmak ya da eleştiri getirmek yerine, sanırım çocuk sahibi olmaya ilişkin doğal akışı bir süre ertelemenin gerekçelerini anlamaya çalışmak önemli.

Yumurtayı Dondurmak
Yumurta dondurma (egg freezing/yum-don) kadınların yumurtalarının daha sonra kullanılmak üzere saklanması işlemidir ve yeni bir teknolojidir, ancak uygulanma oranı son yıllarda artmıştır. Yumurta hücresi insan vücudundaki en büyük hücredir. Bir sperm hücresi yaklaşık 5 mikron kalınlığında, 7-10 mikron uzunluğundadır. Yumurta hücresinin büyüklüğü ise, 100 mikrondur ve içinde spermlere oranla çok fazla sıvı bulunmaktadır. Dolayısıyla bu sıvının kristalize olmadan ve hücreye zarar vermeden dondurulması gerekmektedir. Sperm dondurmak kolay olduğundan, donmuş olarak saklanması amacı ile sperm bankalarının kurulması daha hızlı olmuştur. Klasik dondurma yöntemlerinde buz oluşumunu engellemek için hücrenin içindeki su dışarı alınırken ve yerine koruyucu bir sıvı yerleştirilirken, “vitrifikasyon” yönteminde koruyucu sıvılar yerine hücre içi suyunu çok hızlı bir şekilde hücre dışına alan sıvılar kullanılmaktadır. Özetle bu yöntem sayesinde embriyo, kristalleşmeye fırsat vermeyecek kadar hızlı bir şekilde dondurulmaktadır. Ancak, bir kadının dondurulmuş yumurtalar kullanılarak hamile kalmasının, en iyi iyi olasılıkla, %13,2 olduğu, canlı doğum oranlarının kadının yaşının artmasıyla birlikte azaldığı, kadınların sağlıklı bebek doğurabildiği en ileri yaşın 44 olduğu saptanmıştır.

Yum-Don Dünyada Popüler -özellikle gelişmiş ülkelerde-
Konu, geçtiğimiz aylarda gözüme ilişen eski bir haber yüzünden ilgimi çekiverdi.  Haber bilişim dünyasının dev şirketlerinden ikisinin, Facebook ve Apple, kadın çalışanlarının yumurtalarını dondurmak istemeleri durumunda, masraflar için 20 bin dolar ödeyecekleri ile ilgiliydi. Ne tuhaf? Az bir rakam değil bu,  ABD için bu işlemin ortalama maliyeti, 10 yıllık saklama ücreti de dikkate alındığında; yaklaşık 15 bin dolar. Bu durumda, Facebook ve Apple’ın ayırdığı bütçe ile işlemin tüm masraflarını karşıladığı anlaşılıyor. Facebook 2014 yılı içinde bu kararını uygulamaya koydu, Apple ise, 2015 yılında başlayacağını açıkladı. İyi de neden? Neden bilişimin iki devi yüklü bir meblağ ödemeyi göze almaktadır? Amerikan İstihdam İstatistikleri Kurumu’nun (Bureau of Labor Statistics) verilerine göre; bilişim en hızlı büyüyen sektör, ağırlıklı oranda da gençler istihdam ediliyor. Ve istatistikler, bilişim sektöründeki eleman ihtiyacı ile mevcut nitelikli eleman sayısı arasında ciddi bir açık olduğunu, aradaki farkın zamanla daha da artacağını gösteriyor. Bu şirketlerin, yetişmiş elemanlarını kaybetmemek ve yetenekli bilişim uzmanlarını sektöre özendirmek için yeni strateji geliştirmelerini anlasak da, kuşku ile yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Yumurta dondurmaya ayrılan bütçenin, her iki tarafın da yararına olduğu gibi bir ilk izlenime karşın, konuya doğa ve insan ilişkileri açısından baktığımızda, farklı değerlendirmelere ihtiyaç vardır.

Facebook ve Apple, kadın çalışanlarının yumurtalarını dondurmak istemeleri durumunda, masraflar için 20 bin dolar ödeyeceklerine dair açıklamada da bulundular. Kadınlara ‘’Kariyerinizi dondurmak yerine yumurtanı dondur” denmektedir. Şirketler yum-don uygulamasını destekleme kararlarını, kadınlar ve erkekler arasındaki cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasında yeni ve büyük bir adım olarak sunuyorlar, yerseniz tabii ki… Desteğin amacı, kadınların kariyerlerinde ilerlerken, “biyolojik saat”lerinin neden olduğu bebek doğurmak için zaman kaybı dezavantajını ortadan kaldırmak. Amerikan medyasında çıkan haberlerin pek çoğu da bu uygulamayı benzer bir yaklaşımla duyurdu: “Yumurtanı dondur, istediğin her şeye sahip ol” (freeze your egg, have it all), “Kariyerini dondurma yumurtanı dondur” (freeze your eggs, free your career) gibi başlıklarla şirketlerin yumurta dondurma bütçesinin reklamlarını yaptılar.

Biyolojik Saat İşlerken Kariyer Yapmak
Çocuk sahibi olmak söz konusu olduğunda “biyolojik saat”, kadınların belli bir yaştan sonra üreme yeteneğini kaybetmesini açıklamak için kullanılır. Kadın bedeninin “yaşlanma” süreci, işleyen, sürekli geçen zamanı ölçen bir saate benzetildiğinden, kadınlar için endişe kaynağıdır. “Biyolojik saat” kavramıyla tanımlanan bu durum, ayrıca cinsiyet eşitsizliğinin nedenlerinden biri olarak değerlendirilip, buna ilişkin çözümler aranmaktadır. İyi niyetle sunulan yum-don önerisinin, çözüm arayışı olduğunu varsaysak bile, aslında bu arayış pek çok yerde karşımıza çıkan “kadınlar ve erkekler eşit değildir, biyolojileri farklıdır” söylemini yeniden dillendirmekte, hatta desteklemektedir. Cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin nedenini biyolojik farklılıklar olarak sunmak, bu konuyu (ideolojik) ön kabullerle açıklamak anlamına da gelmektedir. Kadınların ya da kendini başka cinsiyetlerle ifade eden insanların, erkeklerle “aynı” olmak değil, biyolojik, fiziksel, kimyasal farklılıklara rağmen ve bu farklılıklarla birlikte eşit haklara sahip olma talepleri vardır. Cinsiyetlerin getirdiği belirli farklı biyolojik özellikler, birer dezavantaj kaynağına dönüşüyorsa bunun nedeni, günlük yaşamı düzenleyen genel geçer yargılar ve politikalardır. Oysa, Foucault’un tanımıyla bir kendilik-teknolojisidir (self technology), yum-don. Ve kadınların, sömürüye dayalı politikalarından ödün vermek istemeyen kapitalizmin (dev yazılım şirketleri) öznesi olmaya devam etmeleri için kullanmaları teşvik edilen yöntemlerden biri olmaktan öte bir girişim değildir gerçekte.
Kadınların iş yaşamı/kariyerleri ve çocuk arasında seçim yapmak zorunda kalmalarının bu politikalara dayanan birçok nedeni vardır;

1. Çocuk bakımı neredeyse tümüyle kadının sorumluluğundadır. Bu sorumluluğu taşımaya çalışan kadının, çoğu işyerinde artık bir rutine dönüşmüş uzun ve “esnek” çalışma saatlerine uyması mümkün değildir. Çocuk bakımının sorumluluğunun her iki ebeveyn tarafından da alınabilmesi için farklı düzenlemelere ihtiyaç vardır. Örneğin, babalık izinlerinin arttırılması ve çalışma saatlerinin hem kadın hem erkek için düzenlenmesi, işyerlerinde kreşlerin, yuvaların açılması, profesyonel bakım hizmeti için bütçe ayrılması gibi düzenlemelerle çocuk bakımında kadının yükü azaltılmalıdır.

2. Çalışırken çocuk sahibi olmanın zor yanlarından biri de çocuk doğduktan sonra işe geri dönme sürecidir. Özellikle bilişim sektörü, dinamik ve çok hızlı değişen bir sektördür. Temel yaklaşımlar görece yavaş yenilenmekle birlikte, aynı amaç için kullanılabilecek araçların çeşitliliği, yazılımlardaki artış, sürekli daha verimli teknolojilerin ortaya çıkması, sektör çalışanlarının gelişmeleri takip etmesini gerektirir. İş ilanlarında talep edilen uzmanlıklar 1-2 yıl içinde sıklıkla değişmektedir. Bu noktada, bilişim sektörü en talepkar alanlardan biridir. Başlangıçta, kendini geliştirme olarak görülüp olumlu bir şekilde nitelendirilebilecek bu gereksinim, çoğunlukla fazla mesai gerektiren iş yükü göz önüne alındığında zorlayıcı ve yıldırıcı olabilmektedir.

Bilişim sektöründe sürekli gelişen, değişen gereksinimlere iş yaşamının içindeyken bile uyum sağlamak zorlayıcı iken, uzun süreli kopuşların işe geri dönme konusunda tedirgin edici olacağı açıktır. Bir kadın için çocuk dünyaya getirmek, hamilelik ve çocuğun ilk zamanlardaki bakımı ile birlikte ortalama 1-2 yıl iş yaşamından tamamen ya da kısmen uzaklaşmak anlamına geliyor. Bu kopuş sonrasında yeniliklere uyum sağlamak fazladan bir çalışma gerektiriyor. İş planlamaları genelde bu adaptasyon süreci hesaba katılarak yapılmadığından, çocuk bakımı çoğunlukla eşit paylaşılmadığından, iş yaşamına dönmeye çalışan kadınların yükü hem evde hem işyerinde artmış oluyor. Bir iş mülakatında “Yakın zamanda çocuk yapma planınız var mı?” gibi bir soru yöneltilmesi artık sıradan bir durum. Bu nedenle çocuk doğurmak ya da doğurmayı yumurta dondurarak ertelemek arasındaki “seçimin”, çocuk doğurmak ve çalışılan iş arasında bir seçime dönüşmesi neredeyse zorunlu oluyor. Bu durum zaten kendiliğinden yumurtasını donduran kadını, çocuk doğurmayı tercih eden kadından daha cazip bir çalışana dönüştürmekte. Kadınları özgürleştireceği söylenen bu uygulama, gerçekte kadınlar arasında bir ayrımcılık aracı olabilir.  Çocuk doğurmak, ne evde ne de işyerinde kadınlara adil yaşama ve çalışma olanağı tanınmadığı için bir dezavantaj da olabilmektedir. Ayrıca yumurta dondurmak ve sonrasında dondurulmuş yumurtalarla çocuk sahibi olmak cerrahi bir operasyonu da içerdiği ve üreme kapasitesini arttırmak için yoğun ilaç kullanımı gerektirdiğinden riskleri olan süreçlerdir. Toplumun yeterince bilgilendirildiği ve çocuk sahibi olmak için gerekli yasal düzenlemelerin yapıldığı koşullarda ancak, akılcı bir seçeneğe dönüşebilir. Yumurta dondurmayı sadece “kadının kendi bedeni üzerinde söz hakkı olarak” görmek, çok önemli bir noktayı atlamamıza neden olacaktır. Yöntemin kendisinin ve dondurma işlemi sırasında kullanılan toksik maddelerin, doğacak bebek üzerinde etkileri olabileceği dikkate alınmalıdır. Bu uygulama hem kadınlar hem de doğacak bebeğin hakları açısından da değerlendirilmelidir.

Sonuç olarak; cinsiyet eşitsizliğini gidereceği iddiasıyla uygulamaya konulan bir kendilik-teknolojisinin (yumurta dondurma) eşitsizliği gidermekten çok, yeniden üretmesi riski vardır. Üstelik doğal yaşam ve insan yaşamı için etik, politik, psikolojik, fizyolojik sonuçları olan bu uygulamanın, çok taraflı tartışılmasına da ihtiyaç vardır. Günlük yaşamı, iş-aile-yaşam dengesini düzenlemeye ilişkin çocuk bakımını kolaylaştırarak, kadınların yükünü azaltan kurumsal uygulamalar yerine, kadınları kariyerden vazgeçmeye zorlamak başka bir eşitsizliktir. Ve bu durum, kadınları doğal olandan kopararak bu yöntemi benimsemeye teşvik etmektedir. Oysa sağlıklı olarak anne olmak ve bebek doğurmak için en uygun yaş aralığı 20-35 yaştır, 35 yaştan sonra düşük, sezaryen doğum ve doğum sırasındaki komplikasyonlar artabilmektedir. Bu nedenle, teknolojiyi tümüyle kabul ya da reddetmek yerine, kadınlara kurnazca dayatılan beden politikalarının, doğayla çatışmadan tartışılmasına ne vakit olanak sağlanır bilemem. Ancak bu teknoloji çoktan kadınlar arasında yaygınlaşmaya başladı bile...



Bir Bayan Yanı Yazısı: Tecavüz, Taciz ve Ensest Hakkında



Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü-HaE Kurucu Direktör
sengul@hablemitoglu.net

Bayan Yanı yayınlanmaya başladığı günlerden bugüne değin, sayfalarında pek çok kez bana yer açtı. Bir süredir de kadın olmaya dair ya da çeşitli sosyal olgulara ilişkin fikirlerimi düzenli olarak her ay yazmaya çalışıyorum. Benim gibi yazmaya tutkulu bir akademisyen için eşsiz bir deneyim. Ancak bu kez güçlük yaşıyorum. Taciz, istismar, tecavüz ve ensest hakkında yazmak  ağır. Ben yazarken bu ağırlığın altında kaldığımı hissederken, mağdurları anlamanın, etkilenmeden anlatımları okumanın ne tür bir his olduğunu, sanırım sizler de çok tahmin edersiniz. Mağdurların öyküleri korkunç ve öykülerin sahiplerinden isimsiz birer nesne gibi söz etmek de bir o kadar kolay. Belki komşumuz, sokakta göz göze geldiğimiz bir genç kadın, aynı yolda, parkta, markette, metroda, okulda karşılaştığımız ama neler yaşadıklarını hiç bilmediğimiz çocuklar, genç kadınlar ve genç erkekler. Bayan Yanı için cesaretle yaşadıklarını paylaştılar. Tümünü okudum. Ve öfkeyle birlikte üzüntümün bana hissettirdiklerini, içimden geçenleri tam olarak yazamayacak olmak da ayrıca zor. Türkiye’de istatistikler ve sözlü/nitel araştırma kaynakları  çocuk istismarı, ensest, tecavüz ve taciz olgularında iyi bir yerde olmadığımızı zaten söylüyor.  Bütün bunların karmaşık nedenleri ve trajik sonuçları var. Tıbbi, hukuki, gelişimsel ve psiko-sosyal kapsamlı ciddi ve dağ gibi bir sorun olarak da karşımızda öylece duruyor.

Türkiye’de tecavüze uğrayanların yüzde 50’sinin 18 yaş altında olduğu, bunların yüzde 90’ının kız çocuklar, yüzde 10’unun erkek çocuklar olduğu devletin resmi sitelerinde yer alıyor. Türkiye’de 5–10 yaş arası çocukların yüzde 55’inin, 10–16 yaş arası çocukların ise, yüzde 40’ının ensest mağduru olduğu söyleniyor. Her ay Adli Tıp Kurumu’na 650 çocuk cinsel istismar vakası olarak gönderiliyor, her yıl 91 bin kız çocuk anne oluyor. Tüm evliliklerin  1/3’ünü 18 yaşın altındaki kız çocuklar oluşturuyor. Daha 15 yaşına gelmeden, cinsel ilişkiye kendi iradesi dışında zorlanan kız çocukların oranı yüzde 11 (Kaynak: http://www.cocugasiddetionluyoruz.net/wp-content/uploads/rakamlar.jpg). Türkiye’deki araştırmalar çocuklara karşı cinsel istismar bağlamında farkındalık, teşhis ve bildirim konusunda temel betimleyici veriler ortaya koyabilirken; yaygınlık, görülme sıklığı, önleme ve tedavi gibi konuları yeterince ele almamaktadır. Farklı sivil toplum kururuluşları tarafından yürütülen araştırmaların sonuçları ile ancak bilgi ve veri elde edilebilmektedir. 

Burada daha fazla istatistikten söz etmek istemem. Biliyoruz ki, ülkemiz sokakta, iş yerinde, ailede yaşamın her alanında kadınların tacize, tecavüze, istismara uğradığı öldürüldüğü bir ülke artık. Kız çocuğun baba ve erkek kardeş tarafından cinsel tacize ve tecavüze uğraması ensest. Komşunun ya da dayının, eniştenin yaptığı çocuk tacizine giriyor ve daha farklı. Bu tanımı hukukçuların tartışması gerekiyor. Kayınpeder, kayınbirader tacizini de ensest olarak görmüyoruz. Sanılanın aksine, ne ekonomik koşul ne de eğitim buna engel değil.  Kaldı ki, ensest bir hastalık olmayıp, bir irade sorunu, cinsel sapmadır. Ensest Türkiye'de varlığı kabul edilen, ama kimsenin yüksek sesle dile getirmeye cesaret edemediği bir tabu. Hukukta tanımı yok. Mağdurların başvuracağı merci, başvursa dahi çocuğu koruyacak kurumsal altyapı yetersiz. Anlayacağınız çok sayıda Hüseyin Üzmez aramızda dolaşıyor. Bu korkunç bir şey...

Literatür cinsel istismar, taciz için çok genel bir tanımlama yapar ve derki, bir insanın bir başkası tarafından cinsel uyarı ve doyum için kullanılması, fuhuşa zorlanması, pornografi gibi suçlarda cinsel obje olarak kullanılması cinsel istismardır. Aynı tanım çocuklar için de geçerlidir. Genital bölgeye dokunma, teşhircilik, pornografi, ırza geçmeye kadar çok geniş kapsamlı davranışları kapsar. Cinsel istismarın mutlaka şiddet içermesi gerekmez, çocuğun rızasının olup olmadığına bakılmaz. Kurbanın cinsiyeti ne olursa olsun faillerin çoğu erkektir ve kurban tarafından kim oldukları bilinmektedir. İstismarcıların birçoğu da çocukluklarında, ya cinsel istismara uğramışlardır ya da aile içinde şiddet olgusu vardır. Ensest yasakları, toplumsal bir kural oluşturduğundan sosyal ve kültürel bir olgudur. Toplumun tolere etmemesi ve büyük çoğunlukla çok yakın akrabalar tarafından gerçekleştirilmiş olması gizli tutulmasına neden olmaktadır. Bayan Yanı için anlatılan kişisel öykülerde, ağırlıklı olarak cinsel istismar, ensest ve sokak tacizi var.

Devletin resmi istatistik kurumu TÜİK verilerine göre cinsel saldırı suçlarında son beş yılda yüzde 30 artış meydana geldi. Yine devletin kendi verileri diyor ki; son 15 yılda tecavüzden yargılanan 409 polis, asker, özel timci, korucu ve gardiyandan hiçbirisi cezalandırılmadı. Rakamların söyledikleri böyleyken esasında ‘’isimsiz mağdurlar’’ın yaşadıklarını gözden kaçırıyoruz kaygısını da taşıyorum. Yazık ki, her tecavüzcünün imdadına Türkiye’de devlet koşuyor. Daha çok yeni, geçtiğimiz hafta bir kadın göz altında devletin resmi görevlisi tarafından defalarca tecavüze uğradı, kadın hakimlerin de bulunduğu bir kararla, karşı koymadığı (!) tespit edildi ve resmi görevli kısa sureli ceza aldı. Burada sosyal medyayı kullananlar bilirler şöyle bir tepki veresim var; aerrıjmnbmfmrekjgnkgmhl 

Ayrıca çocuk tacizi ve istismarında da yine çocuğun yaşı, rızası, kızlık zarı devreye giriyor. Zar yırtılmadı ise, devlet tecavüzcüye beraat veriyor. Koskoca devlet kız çocukların bacak aralarında ufaldıkça ufalıyor. Kız çocuklarına onlarca erkek tecavüz ederken, o çocukların attığı çığlık çığlıktan sayılmıyor. Daha geçtiğimiz aylarda Adana’da altı yaşında bir kız çocuğu koli bandı ile bağlandıktan ve bıçaklandıktan sonra üzerine benzin dökülerek yakıldı. Bir başkası Iğdır’da tecavüze uğrayıp öldürüldü. Diyarbakır’da okula gitmek için evden çıkan 13 yaşındaki bir erkek çocuğa, ölümle tehdit edildikten sonra tecavüz edildi. Bir diğer çocuk İstanbul’da ölü bulundu.

Bayan Yanı’nda okuyacaklarınızı cesaretle yazan kadınlar; koruması altındaki çocuğa sahip çıkamayanlara, daha doğrusu koruması altındaki hiç kimseye sahip çıkamayanlara, koruması altındakilere tecavüz edilirken izleyenlere, gözü olup da görmeyenlere, kulağı olup da duymayanlara, gördüğü yerde müdahale etmeyenlere, karar verirken vicdanını ve yasaları göz ardı edenlere bir çığlık olsun diye anlattılar.

Kulaklarınızı tıkamayın, gözlerinizi kapatmayın. Bu genç insanların yaşamı kararmasın, bu öyküler sizin çocuklarınıza ya da size ait olabilirdi. Biraz merhamet çokça hak temelli, sosyal politika üreten bir devlete ihtiyacımız var sadece o kadar…