11 Temmuz 2013

POLİKRASİ DEĞİL DEMOKRASİ TALEP EDİYORUZ…


Kanije HABLEMİTOĞLU                                                                                                                                  17 Haziran 2013

Orantısız polis müdahalesinden birkaç gün önce bazı Taksim Dayanışma grubu üyelerinin yıkımı durdurmaya çalıştığı haberlerini almıştık, ah ne kadar güzel ancak bu iktidar varken nereye kadar durdurabilirler ki diye aklımdan geçirdim ve o gün için hayat ben ve Türkiye’nin birçok yerinde yaşayan vatandaşlar gibi normal akışında devam etti. Daha sonra Sırrı Süreyya Önder çok takdir ettiğim bir şekilde devreye girdi, pasifist eylemci Kırmızılı Kadın ve diğerlerine sıkılan gaz ile ne oluyor diye uyandık ve bir gece ansızın Gezi Parkı’nın polis tarafından basılmasıyla 31 Mayıs’ta viral bir etkiyle tüm Türkiye sokaklara döküldü. Polis masum insanları dövdükçe, gazladıkça binlerce insan vicdanına kulak verdi ve ayağa kalktı. Doğrusunu isterseniz ayyaş, bilgisiz ve alakasız denilen 90’lar nesli ayıldı bilakis akranlarıyla meydanlara çıkamadıkları günler için suçluluk duymaya başladı. Tüm bunlar olurken iki televizyon kanalı ve bazı muhalefet gazeteleri haricinde basın üç maymunu oynadığı için ana akım medya kanalları önünde protestolar düzenlendi, yayın araçları yağmalandı. Gazetecilik etiğine ve meslek onuruna sığmayacak sansür bizzat yılların gazetecileri tarafından yapıldı. Kanalların bağlı bulunduğu yandaş holdinglere mensup bankalar halk tarafından boykot edildi.
                Meydanlarda gördüğüm, şahit olduğum şiddetin boyutu, Başbakan’ın gözünü karartarak kana susamış şekilde kendi gencine, vatandaşına olan nefreti hepimizde travma etkisi yarattı. Ne evde durabildim, ne de uyuyabildim. Başbakan konuşurken annemin hazırladığı Talcid’li suyumu, maskemi elime alarak kapıya yöneldim. Öyle ya, artık Türk anneleri çocuklarının eline kapıdan çıkmadan ceket veya yiyecek tutuşturmuyor, onların yerini limon ve gaza karşı solüsyonlar aldı. Gazdan ciğerlerim çıkacak gibi oldu, yüzüm, gözüm yandı ama dönmek istemedim. Yanımızdan geçen çöpçüler, taksiciler arkanızdayız gençler diye haykırdı. TOMA’ların eylemcilerin üstüne tazyikli su sıkarak neredeyse şehir içinde otomobil hız sınırında ezerek ilerlemesini, polisin kadınları yerlerde sürükleyerek tekmelemesini, doğrudan eylemcilerin üzerine arasında bir metre bile yokken gaz bombası atmasını, bizleri adeta böcekmişiz gibi köşeye sıkıştırmasını unutamıyorum. Yana yakıla ağlayarak doktor yok mu diye çırpınan genç arkadaşlar gözümün önünden gitmiyor. Ethem’in, Abdullah’ın, gözü çıkan ve ağır kafa travmalarıyla yaralanan vatandaşlarımızın haberleri geldi, içimiz yandı, kalbimiz kırıldı, üzüntüden hastalandık.
                Eylemler sırasında bir polisimiz de yaşamını yitirdi. Doğmamış çocuğu yok yere babasız büyüyecek şimdi… Evet, yok yere öldü Mustafa Sarı ve bunun için de kalbimiz çok ama çok acıdı. Verilen emir üzerine teröristleri değil özgürlüğü için direnen eylemcileri kovalarken düştü. Sarı ve ailesi için de yas tuttu bu ülke. Polis direnişçilere “it” dedi, umarsızca saldırdı ama meydanlarda Sarı için de pankartlar vardı. En son gittiğim eylemde bazı polislerle konuşabilme fırsatım oldu. Vicdanlarını tamamen susturdukları ve “biz kanunsuz emir uygulamıyoruz gaz kullanımında bir sınır yok” diyerek kendilerini kandırdıkları izlenimlerim arasında. Lütfen polis adına demagoji yapmayın çünkü polisin insanlık dışı çalışma şartlarını uygulanan şiddet konusunda göz önünde bulundurmak çok güç. Hiçbir koşul, bu sadistliği haklı çıkaramaz. Şimdi diyeceksiniz ki, sen nereden bileceksin adam da ekmek parası derdinde sen mi vereceksin parasını? Hayır, can ve mal güvenliğimizi emanet ettiğimiz polis köle veya sentetik robot asker değildir. Halkı korumak için yemin eden polis, insanlık onuruyla bağdaşmayan şekilde yerlerde yatırılarak, köpeğe mama verir gibi önlerine yemek atarak çalıştırılmayı kabul edemez, masum halkını siz bize saldırıyorsunuz diye yaşlı, kadın, çocuk ayırmadan bahaneyle öldüresiye dövemez, özel mülkiyete, insanlara nişan alarak doğrudan gaz bombası, plastik kurşun sıkamaz. Emniyet-Sen’in bir haftalık bir süre içinde altı polisin intihar ettiği açıklamasını hatırlarsınız… Ruhları şad olsun, Türk polisini bu hale getirenlere de yazıklar olsun. Polisin acilen kolektif bir şekilde görev bırakması gerekiyor, bunun başka çözümü kanaatimce mevcut değildir. Normal olan davranış, suç işlendiğinde veya tehlike anında polisi aramak idi. Artık polis çevremizdeyken kendimizi tehlikede görüyoruz. Bir hayli merak ediyorum, görev yapan memurlara bu hiç mi dokunmuyor? Tabi ki genelleme yapmak istemiyorum ancak mevcut durum ortada, o zaman ne yapmamız gerekiyor? Artık taraftar Çarşı grubuna kolluk kuvvetlerinden daha fazla güvenilmesi ve itibar edilmesi hiç mi polisimizin içine oturmuyor? Hoş, bu ara Çarşı’ya karşı da cadı avı başlatıldı.
Vatandaş ve polis arasındaki gerilimin doruk noktası, polisin artık suçu işleyen taraf olması ve maalesef polisi denetleyen, işlediği suçu soruşturan ve kovuşturanın olmamasıdır. Bu sebeple halkın yargıya, kolluk kuvvetlerine inancı iyice zayıflıyor. İhkak-ı hak hukukumuzda yasaktır ancak halkın hakkını arayabilmek için tüm yollarını kapatırsanız ilkel şekilde göze göz dişe diş mantığıyla kendi hakkını doğru/yanlış yoldan arayan bir insan grubuyla karşılaşırsınız. Bu da ülkemizin geleceği ve gelecek jenerasyonlar açısından korkunç derecede tehlikeli.
Gezi Parkı eylemlerinin amacının sadece çevrecilik olmadığı malum; en güzel tarafı da siyasi bir çatı altında bulunmayışı, her yaştan ve görüşten insanı kucaklayışıdır. Eylemlere karşı çıkan veya tarafsız bakan insanları da anlayabilmek bir derece mümkün. Bazı provokatörlerin bu eylemden kendilerine pay çıkarmaya çalıştıklarını, eylemlerin asıl amacını karalama çabasını da biliyoruz ancak bunu genel halk hareketine yormak kötü niyetten başka bir şey değildir. Radikal AKP partizanları Erdoğan’ı sevmeyi bile ibadet olarak görüyorlar bu yüzden Erdoğan’ın hata yapabileceği fikrini reddediyorlar hatta bir teyzenin Erdoğan’ın g…nün kılıyım diyebilecek kadar ileri gittiğini biliyoruz. Bazıları ise salt ekonomi açısından her olayı değerlendirdiği için piyasaya olan etkisinden memnun değil. Bazıları da aman fişlenirim iş yapamam diye çekiniyor. Bir kısım vatandaş da sosyal medyadan haberi olmadığı, yabancı basını da takip etmediği için yapılan zulümden habersiz, direnişçileri ana akım medyanın yansıttığı gibi vandal ve barbar olarak görüyor. O insanlara kızmak zor, düşüncelerinde özgürler belki vicdanları sorgulanabilir ancak eli sopalı şekilde meydanlara dökülüp polisin yanında elinde taş bile bulunmayan hukuk, özgürlük isteyen direnişçileri darp edenlerin sebeplerini algılayabilmek çok zor. Hiçbir yetkileri olmadan insanlara saldırmayı, can acıtıp bundan zevk almayı kendilerinde hak görebiliyorlar. Bir de babamı katledenlerin bu halk hareketini gerçekleştirdiğini söyleyenler var, Allah onlara akıl fikir versin. Demek ki halk artık ikiye ayrılmış, bu ayrımı yapan da insanlığın, hoşgörünün varlığı ya da yokluğudur. Biz nefret etmiyoruz, biraz gözlem istiyoruz sadece, durup düşünebilmelerini rica ediyoruz…
                Herkesin eylem yapmak için en az bir nedeni var. Peki, üniversiteyi yeni bitirmiş bir genç kadın olarak ben neden meydanlardaydım? Hukukun görmezden gelinerek insanların hüküm verilmeden, sonradan yerleştirildiği ortaya çıkan fabrikasyon kanıtlarla yıllarca tutuklu kalmasını benim aklım almadı. Tutuklu gazeteci sayısında rekortmen olmamızı yaşadığım ülkeye yakıştıramadım. Reyhanlı’da yaşanan katliamın örtbas edilmesinden iğrendim. Toplumda Kemalistlerin kafatasçı, din düşmanı, faşist ve elitist olduğu algısının yerleştirilmesini ve duyulan nefretin çapının büyüklüğünü, kendi halkımdan ayrıştırılmayı artık kaldıramadım. Atatürk’ün yaptığı devrimler ve başta kadınlar için sağladığı özgürlükler hepimiz için vücut bulmuşken ondan nefret etmenin ve ona saygısızlığın liberallik ve çağdaşlık ile bağdaştırılması midemi bulandırdı. Benim atalarıma iki ayyaş denmesini kabullenemedim. İktidar başörtüsü ve din üzerinden siyaset yaparken biz bunu reddettiğimiz için Laik“çi” olarak yaftalandık, hâlbuki din ve vicdan özgürlüğünün ilk garantisini savunuyorduk. Kardeşim diyerek yan yana yürüdüğümüz seçimlerine sonuna kadar saygı duyduğum başörtülü kadınlardan nefret ediyormuşum, üst kimliğe inanıyorum diye etnik kimliklerin varlığını ve hak ettikleri özgürlükleri göz ardı ediyormuşum gibi görülmekten bıktım. Memur çocuğu olmama ve tüm benliğimi bu ülke uğruna ortaya koymama rağmen iyi eğitimliyim diye sanki utanılacak bir şeymiş gibi başkalaştırılarak muamele görmekten yoruldum. Yani anlayacağınız şu an hiçbir siyasi partiyi desteklemesem de bir ideolojim var diye baskı görmek beni yerimden kaldırdı. Halka inmek gibi halkı aşağılayıcı bir konsept uyduruldu. Sanki halkın seviyesi aşağıdaymış, bizim inmemiz gerekiyormuş gibi. İşte bu yüzden ben bu apolitik, herkesi içinde barındıran direnişle gurur duydum ve her şekilde parçası olabilmek istedim.
                Gelelim diğer sebeplerime. Bir kadın olarak vücudum üzerinde bırakın devlet otoritesini, ailem dâhil herhangi bir bireyin bile söz hakkı olamaz. Bu yüzden bu ülkede cinsellik eğitimi ve kadınlara sahip oldukları seçeneklerin sunulması yerine ertesi gün hapının reçeteli yapılmasına, kürtajın cinayetle ilişkilendirilmesine, sezaryenin korkunç bir seçenekmiş gibi lanse edilmesine, aile içi şiddetin sadece evlilik birliği dâhilinde algılanmasına, kadın cinayetlerinin artmasına ve en az üç çocuk yap denmesine seyirci kalamadım. Bir kadın olarak bana bu şekilde karışılması tabiri caizse beni çileden çıkardı. Toplu tecavüz mağduru kız çocuğuna “tahrik etti” denildiği için kalbim öfkeyle doldu.  Bakın çok ilginçtir iktidar partisine mensup entelektüel kadınların sayısı da oldukça fazla olmasına rağmen seslerini çıkarmıyorlar ve bu beni utandırıyor. Partinin yaptığı mitinglerde kadınlar hep arka planda. Küçücük kız çocuklarına “Allah korkusu olan koca istiyoruz” pankartları verdikleri için yürüyorum. O kadınlar için de sokaktayım, sokaktayız çünkü sesini çıkar(a)mayan kadınların da sesi olmak zorundayız. Biz ikinci sınıf vatandaş değiliz. İşte bu yüzden direniyoruz. Kimse kusura bakmasın, kadının yeri ne evidir ne de görevi erkek konuşurken susmaktır. Bunu bana kimse din ve kültürle açıklayamaz çünkü elimizde evrensel ve mutlak bir hak var: biz eşitiz. Eşcinseller, transseksüeller ve seks işçileri için de yürüdüm. Onların maruz kaldığı nefret suçlarına karşı, onurları devamlı incitildiği, sevginin cinsiyeti olduğu sanıldığı, toplumdan itildikleri ve iş imkânı sağlanmadığı için de meydandaydım.
Dindarlığı ve ahlakı bacak arasında gören Cumhuriyet öncesi Türkiye’sini kendimin de ilerde doğacak çocuklarımın da yaşamasını istemedim. Bu yüzden Başbakan’ın kucağa oturma lafını duyduğumda kan beynime sıçradı, aşağılandım, tiksindim. Eminim bundan başörtülü kadınlar da bir o kadar rahatsız olmuştur. Müslümanlığın tek din gibi dayatılması, diğer dinler ve inançlara, inançsızlığa saygısızlık yapılması, insanların kâfir muamelesi görmesi ve özellikle Alevilere yapılan saldırılar kanımı dondurdu. Sanatın müstehcenlik iddialarıyla kısıtlanması, sanatçının hor görülmesi, hatta tehdit edilmesi gücüme gitti. Başbakan’ın bana çapulcu, ayyaş ve omurgasız demesini hazmedemedim. İhaleler ile arazilerin, enerji, yol, telekomünikasyon, vb. hizmetleri veren kurumların yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekilmesine yeter demek istedim.
Türkiye’nin Başbakanının çirkin üslubuyla mahalle kavgasına adam toplar gibi istesek bir milyon genci toplarız veya yüzde elliyi evinde zor tutuyoruz şeklinde insanları tehdit etmesi, ayrıştırması, parkta sidik kokusu var, büyük abdestlerini yapıyorlar demesi çok utanç vericiydi. Hele de bizi temsil etmeleri için “sanatçı” olarak kimsenin umursamadığı Hülya Avşar ve Necati Şaşmaz’ı muhatap kabul etmesi son derece aşağılayıcı oldu. Alkol yasası söz konusu olduğunda Avrupa’yı parmakla gösteren Başbakan, Avrupa kendisini eleştirdiğinde onlar kim oluyor diyerek ironik ve talihsiz bir yaklaşıma da imza attı. İki kadeh içen insanların alkolik olduğu ancak iki kadehi içip de kendisine oy verenlerin bu kategoriye girmediğini söylediğinde gülmekten yerlere yattık. Aynı çelişkili yaklaşımı sosyal medya ve Twitter konusunda da halen göstermektedir. Bir yandan Twitter için bela derken aynı anda da kendi partililerine hesap açın ve parti icraatlarını duyurun diyebilecek kadar kafası karışmış durumdadır. Herkesin özgürce fikirlerini ifade edebildiği, artık haberleri doğrudan alabildiğimiz bu ortamları yasal olarak regüle etme fikri ve insanları bu sebepten gözaltına almak Türkiye’nin geleceği açısından son derece kaygı vericidir.
                Bozuk plak gibi tekrarlanan dış mihraklar ifadesine de gülmemek işten değil. Halk hareketini, özgürlük ve birlik arayışını bu kadar küçük görmek ne kadar sağlıklıdır tartışılır. Bu hareket siyasi ve yurtdışı güdümlü olmadığı gibi tam tersi iktidar ve muhalefetin siyaset ile yarattığı problemleri çözebilme ve özgürlük sağlama amaçlıdır. Devlet otoritesinin yaptığı şiddete karşı yürüyoruz, eylem yapıyoruz. Olaylar karşısında yapılan bir AKP mitinginde yapılan röportajlarda bizlere kukla diyenlere, hatta hala itilaf devletlerinin varlığından söz eden insanlara rastladık. Yazık, yaklaşık yüz yıla yakın olaylardan geride kalma durumu söz konusu olmuş o yüzden eğitim şart kalıbını sıklıkla tekrar etmek lazım, okumak, öğrenmek lazım.
 Hizmet ve saygı sadece iktidar partisine oy veren tabana mı müstahaktır? Bizim düşünce ve ifade hürriyetimiz, hak talep etme imkânımız yok mudur? Demokrasiyi sadece sandıktan ibaret görebilmekteki yanlışlığı tarif etmek, anlatabilmek gereklidir. Demokrasinin aslında çoğunluğun hâkimiyeti anlamına gelmediği ve basının devamlı sansürlenip kontrol altında tutulduğu polikratik bir yönetim sistemini hak etmediğimizi ifade etmek çok önemli. Yargıya güvenin kalmadığı, hükümetin halkın taleplerini görmezden geldiği ve haksızlığa sayısız defa maruz kalınan bir ülkede halkın protesto etme hürriyeti zaten mevcut olduğu gibi bu davranışı da tabiidir. Hele ki hukukun önemli süjelerinden olan avukatların yerlerde sürüklenerek, itibarları hiçe sayılarak yaka paça gözaltına alınması suretiyle görevlerini layıkıyla yerine getirmelerinin engellenmesi hak arama hürriyeti, hukuki dinlenilme hakkı ve adil yargılanma haklarını tehlikeye düşmektedir. Önemli olan nokta bu olaylardan sonra ne olacağıdır. Başbakanın seçimlerle iktidara geldiğinde halkı peşinden sürükleme konusundaki başarısını yadsımak imkânsız ancak bu başarıyı, arabuluculuğu neden bu olaylarda göstermediğini ve amacını sorgulamak gereklidir. Bu direnişin sonucunda birliği bozmadan herkesin taleplerini belirli bir oranda karşılayabilecek bir oluşuma ihtiyacımız olduğu tartışmadan uzaktır. Vatandaşların tek tek fişlenmesi, toplumun yaşadığı bu travmalar ne gibi sonuçlar doğuracaktır, bekleyip göreceğiz.