Türkiye’de kadına yönelik şiddet, ülkemiz yerel
kadın hareketinin 90’lı yılların başından itibaren sürdürdüğü mücadele
sonucunda toplumsal gündemin dinamik bir parçası oldu. Ancak, bu gündemi yaratmak
kadınların kazanımları ile değil, şiddetin ağır sonuçları ile gerçekleşti. Son
on yılda da cinsiyet temelli şiddet, siyasetin gündemine taşınmakla kalmayıp, siyasetin
ideolojik enstrümanı haline geldi. Şiddetle mücadele eden bağımsız kadınkuruluşlarının
yanısıra, lezbiyen, gey, biseksüel,
trans ve interseks (LGBTİ) örgütleri giderek arttı ve aktifleştiler. İç
hukumuzda, 2012 yılında, eksikyetersizlikleri olmakla birlikte, uluslararası insan
hakları hukuku normlarındaki son yaklaşımları içeren yeni düzenlemeler yapıldı.
İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmış olması çok önemli bir adımdı. Tüm bunlara
karşın, Türkiye’de kadına yönelik şiddet son on yılda yine de hızını kesmedi ve
yükseliş eğiliminde. Yasalar yapılıp, tedbirler konuşulurken; şiddetin
azalmadığı gibi neden bir ‘’cinsiyet
soykırımı’’na dönüştüğü sorusunun sorulması ve yanıtlanması gerekmekte.
Bu 8 Mart yaklaşırken, Adana’da uzun süredir
kayıp olduğu bildirilen 16 yaşında bir genç kızın ailesi tarafından infaz
edildiği ortaya çıktı. Gerekçe ‘’namus’’. Oysa biliyoruz ki, Türkiye’de,
cinsiyet temelli şiddet mağduru kadınlar ve genç kızlar; aynı zamanda taciz,
tecavüz ve ensest gibi cinsel suçların da kurbanları oluyorlar.
Bağımsız örgütlenmelerin cinsiyet temelli
şiddetle mücadele deneyimleri ise, görmezden gelinerek değersizleştiriliyor.
Hatta anarşizm olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de devletin, kadına yönelik
şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı sorunlara odaklı uzmanlık
alanlarını, kurumları güçlendirmesi ve yasal düzenlemeler yapmasında kadın
örgütlerinin, kısmen de akademinin önemli katkıları vardır. Bu çabaların
geçmişi çok eski olmamakla ve ataerkil normlarla bakılıp, toplumun çeşitli
kesimleri tarafından feminizm düşmanlığı ile damgalanmalarına karşın önemli
kazanımların yolunu açtığı da bir gerçektir. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel
Müdürlüğü ve devamında kurulan Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı bu ısrarlı,
inatçı çabalarla gerçekleşmişltir. Ayrıca, 2000’li yılların ilk yarısında, Medeni Kanun
ile Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikler ile, Anayasamıza eklenen kadın
erkek eşitliği maddesi, birer başarıdır. ‘’Ailenin reisi erkektir’’ ifadesinin yasadan
çıkartılması, evlilikte edinilen malların eşit paylaşımı, namus cinayetlerinde
uygulanan cezaların arttırılması gibi ülkemiz ortamında devrim niteliğindeki kazanımlar,
toplumsal destek de bulmuştur. Ayrıca, şiddetle mücadele amacıyla yapılan ilk
özel düzenleme olan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair yasanın, kapsamının
oluşturulması, tanıtımı ve uygulanmasını izlemede kadın örgütlerinin gösterdiği
duyarlık da takdire değer.
Kadın örgütleri, son Adalet ve Kalkınma Partisi
(AKP) hükümetleri döneminde, İstanbul Sözleşmesi’nin (Kadınlara Yönelik Şiddet
ve Ev içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi
Sözleşmesi-2015) onaylanması ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı
Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunu’nun yasalaşması süreçlerinde etkin katılım
göstermişlerdir. 8 Mart 2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı yasa, son anda
eklenen değişikliklerle örgütlerin önerilerini tam olarak içermese de, şiddeti
önlemek ve maruz kalan kadın ve çocukları korumak için yeterli olanaklar
sağlayan bir yasal düzenlemedir. Örgütlerin katkısı, yasanın 30 yıldır şiddetle
doğrudan mücadeleden gelen deneyim ve cinsiyet eşitliğine dair evrensel
ilkelere dayalı bütüncül yaklaşımları içermesi açısından önemliydi. Ancak,
sivil toplum-kamu kuruluşları iş birliği için iyi örnekler oluşturabilecek bub
u girişimler, artık durdurulmuştur. süreç Devlet, bağımsız kadın örgütlerini ve
Türkiye’deki feminist hareketi dışlamıştır. Bunda AB hedefinden vazgeçilmesi de
etkili olmuştur. Talepleri dillendiren örgütler ve mücadele içerisindeki
kadınlara, şiddet ve engelleme ile karşılaşmaktadırlar. olarak yansımaktadır.
Yazdıkları yazılar nedeniyle haklarında dava açılmakta, katıldıkları
toplantılarda susturulmakta, ve mahkemelerde darp edilmektedirler. Hükümet
partisinden seçilen bazı belediyeler ise, belediyeye ait binalarda yıllarca
şiddete maruz kalan kadınlara danışmanlık desteği sağlayan kadın örgütlerini
yerlerinden etmeye, protokollerini tek taraflı fes etmeye çalışmaktadırlar.
Türkiye’de LGBTİ hakları dediğimizde ise,
bırakın iyi örneklerden söz etmeyi, konu görmezden gelinmektedir. Ülkemizde
maalesef 2010 yılındaki Anayasa’da
yapılan değişikliği sırasında ve daha önceki yasa yapma süreçlerinde, bütün
çabalara rağmen cinsiyet eşitliğinin, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimleri de
içerecek şekilde tanımlanması sağlanamamıştır. Avrupa Birliği (AB) uyum programı
çerçevesinde 2009’dan beri yasalaşması geciktirilen Ayrımcılık Mevzuatı ve
Eşitlik Kurulu Kanun Tasarısı’ndan, LGBTİ örgütlerin katılımı ile önerilen
maddelerin, tasarı meclise sevk edilirken tamamen çıkarılmıştır. Cinsiyet kimliği
ve cinsel yönelim temelinde ayrımcılık yapılamayacağı belirtilen İstanbul
Sözleşmesi’nin yaşama geçirilmesi geciktirilirken, diğer yandan da salt içerdiği bu ibare nedeniyle
sözleşmenin tamamına itiraz edilmektedir. ‘’Eşcinsellik hastalıktır, tedavi
edilmelidir’’ yaklaşımı, artan nefret suçları ve trans cinayetlerinin azalması
için herhangi bir tedbir alınmayışı, bazı kamu yöneticilerinin söylemleri ile
nefretin yeniden üretilmesi tehlikeli boyuttadır. Bunun son örnekleri LGBTİ bireylerin
7 Haziran Genel Seçimlerinde milletvekili adayı olmaları ile gündeme
yansımıştır. (devam edecek…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder