6 Mart 2016

Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddetin Son 10 Yılı –I. Bölüm

Türkiye’de kadına yönelik şiddet, ülkemiz yerel kadın hareketinin 90’lı yılların başından itibaren sürdürdüğü mücadele sonucunda toplumsal gündemin dinamik bir parçası oldu. Ancak, bu gündemi yaratmak kadınların kazanımları ile değil, şiddetin ağır sonuçları ile gerçekleşti. Son on yılda da cinsiyet temelli şiddet, siyasetin gündemine taşınmakla kalmayıp, siyasetin ideolojik enstrümanı haline geldi. Şiddetle mücadele eden bağımsız kadınkuruluşlarının yanısıra,  lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks (LGBTİ) örgütleri giderek arttı ve aktifleştiler. İç hukumuzda, 2012 yılında, eksikyetersizlikleri olmakla birlikte, uluslararası insan hakları hukuku normlarındaki son yaklaşımları içeren yeni düzenlemeler yapıldı. İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmış olması çok önemli bir adımdı. Tüm bunlara karşın, Türkiye’de kadına yönelik şiddet son on yılda yine de hızını kesmedi ve yükseliş eğiliminde. Yasalar yapılıp, tedbirler konuşulurken; şiddetin azalmadığı gibi neden bir ‘’cinsiyet soykırımı’’na dönüştüğü sorusunun sorulması ve yanıtlanması gerekmekte.

Bu 8 Mart yaklaşırken, Adana’da uzun süredir kayıp olduğu bildirilen 16 yaşında bir genç kızın ailesi tarafından infaz edildiği ortaya çıktı. Gerekçe ‘’namus’’. Oysa biliyoruz ki, Türkiye’de, cinsiyet temelli şiddet mağduru kadınlar ve genç kızlar; aynı zamanda taciz, tecavüz ve ensest gibi cinsel suçların da kurbanları oluyorlar.

Bağımsız örgütlenmelerin cinsiyet temelli şiddetle mücadele deneyimleri ise, görmezden gelinerek değersizleştiriliyor. Hatta anarşizm olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de devletin, kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı sorunlara odaklı uzmanlık alanlarını, kurumları güçlendirmesi ve yasal düzenlemeler yapmasında kadın örgütlerinin, kısmen de akademinin önemli katkıları vardır. Bu çabaların geçmişi çok eski olmamakla ve ataerkil normlarla bakılıp, toplumun çeşitli kesimleri tarafından feminizm düşmanlığı ile damgalanmalarına karşın önemli kazanımların yolunu açtığı da bir gerçektir. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve devamında kurulan Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı bu ısrarlı, inatçı çabalarla gerçekleşmişltir. Ayrıca,  2000’li yılların ilk yarısında, Medeni Kanun ile Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikler ile, Anayasamıza eklenen kadın erkek eşitliği maddesi, birer başarıdır. ‘’Ailenin reisi erkektir’’ ifadesinin yasadan çıkartılması, evlilikte edinilen malların eşit paylaşımı, namus cinayetlerinde uygulanan cezaların arttırılması gibi ülkemiz ortamında devrim niteliğindeki kazanımlar, toplumsal destek de bulmuştur. Ayrıca, şiddetle mücadele amacıyla yapılan ilk özel düzenleme olan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair yasanın, kapsamının oluşturulması, tanıtımı ve uygulanmasını izlemede kadın örgütlerinin gösterdiği duyarlık da takdire değer.

Kadın örgütleri, son Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde, İstanbul Sözleşmesi’nin (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi-2015) onaylanması ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunu’nun yasalaşması süreçlerinde etkin katılım göstermişlerdir. 8 Mart 2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı yasa, son anda eklenen değişikliklerle örgütlerin önerilerini tam olarak içermese de, şiddeti önlemek ve maruz kalan kadın ve çocukları korumak için yeterli olanaklar sağlayan bir yasal düzenlemedir. Örgütlerin katkısı, yasanın 30 yıldır şiddetle doğrudan mücadeleden gelen deneyim ve cinsiyet eşitliğine dair evrensel ilkelere dayalı bütüncül yaklaşımları içermesi açısından önemliydi. Ancak, sivil toplum-kamu kuruluşları iş birliği için iyi örnekler oluşturabilecek bub u girişimler, artık durdurulmuştur. süreç Devlet, bağımsız kadın örgütlerini ve Türkiye’deki feminist hareketi dışlamıştır. Bunda AB hedefinden vazgeçilmesi de etkili olmuştur. Talepleri dillendiren örgütler ve mücadele içerisindeki kadınlara, şiddet ve engelleme ile karşılaşmaktadırlar. olarak yansımaktadır. Yazdıkları yazılar nedeniyle haklarında dava açılmakta, katıldıkları toplantılarda susturulmakta, ve mahkemelerde darp edilmektedirler. Hükümet partisinden seçilen bazı belediyeler ise, belediyeye ait binalarda yıllarca şiddete maruz kalan kadınlara danışmanlık desteği sağlayan kadın örgütlerini yerlerinden etmeye, protokollerini tek taraflı fes etmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’de LGBTİ hakları dediğimizde ise, bırakın iyi örneklerden söz etmeyi, konu görmezden gelinmektedir. Ülkemizde maalesef 2010 yılındaki  Anayasa’da yapılan değişikliği sırasında ve daha önceki yasa yapma süreçlerinde, bütün çabalara rağmen cinsiyet eşitliğinin, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimleri de içerecek şekilde tanımlanması sağlanamamıştır. Avrupa Birliği (AB) uyum programı çerçevesinde 2009’dan beri yasalaşması geciktirilen Ayrımcılık Mevzuatı ve Eşitlik Kurulu Kanun Tasarısı’ndan, LGBTİ örgütlerin katılımı ile önerilen maddelerin, tasarı meclise sevk edilirken tamamen çıkarılmıştır. Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelinde ayrımcılık yapılamayacağı belirtilen İstanbul Sözleşmesi’nin yaşama geçirilmesi geciktirilirken, diğer yandan  da salt içerdiği bu ibare nedeniyle sözleşmenin tamamına itiraz edilmektedir. ‘’Eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmelidir’’ yaklaşımı, artan nefret suçları ve trans cinayetlerinin azalması için herhangi bir tedbir alınmayışı, bazı kamu yöneticilerinin söylemleri ile nefretin yeniden üretilmesi tehlikeli boyuttadır. Bunun son örnekleri LGBTİ bireylerin 7 Haziran Genel Seçimlerinde milletvekili adayı olmaları ile gündeme yansımıştır. (devam edecek…)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder