7 Nisan 2016

Odadaki Fili Daha Ne Kadar Görmezden Gelebiliriz ki?..

Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü'nde  yaptığımız çalışmalardan biridir Kırmızı Fil-Yeşil Fil. Bir farkındalık ve algı geliştirme yaklaşımıdır. Olumludan olumsuzu, olumsuzdan da olumluyu algılamayı kolaylaştırır. Aşağıdaki iki linkte, filin sembolize ettikleri ile ilgili ayrıntılı bir bilgi var. Ve ben de, kısa bir açıklama paylaşayım... 

https://en.wikipedia.org/wiki/Elephant_in_the_room
http://greenmanscreations.com/2014/06/08/the-elephant-standing-in-the-room-odadaki-fil/

Heybetli cüssesi ile işte tam da yanıbaşımızda duruyor. Sen, ben, öteki, beriki herkes görüyor. Biliyorlar olan biteni... Bildiklerinden emin olduklarımız, biliyorlar mıdır acaba? dediğimiz herkes fili görüyor aslında, farkındalar. Ve fili görmezden gelerek yaşayabileceğimize inanmamızı istiyorlar. Uzunca bir süre, filden hiç bahsetmeden yaşayabilir insan. Peki aynı odayı ne kadar paylaşabiliriz ki? sonuçta o fil, bizden kat be kat büyük. Filin varlığı kendiliğinden azalarak bitecek gibi de olmadığına göre. Seviyoruz konforumuza dokunmayan, heyüla gibi fillerle yaşamayı. Nasılsa çok hareketli değil. Filin varlığı hakkında konuşmadan, odadaki varlığına alışıyoruz. Yokmuş gibi yapmak çok kolay. Ama bir gün, unuttuğumuz o cüsseye küt diye çarpıyoruz ve bakıyoruz ki, odada kımıldayacak yer kalmamış...
''Elephant in the room'' böyle bir şey işte, etmeyin, eylemeyin, izin vermeyin filin yaşam alanlarımızı işgal etmesine. Öyleyse ya fili ya da odayı terk etmeli. Yerseniz tabii. Hangisi kolay fille yaşamak mı, filden kurtulup özgürleşmek, nefes almak mı? 
''Çok korktuğumuz, kaygıdan ödümüzün patladığı ya da yaşadığımız acılara alıştığımız, neredeyse kültür deyip normalleştirdiğimiz şu günlerde; gerçek doğamızı, ensest gibi, tecavüz ve istismar gibi, toplumsal olayları ya da karşı koyma gücümüzü destekleyen benliğimizi baskıladığımıza işaret eden, simgeleyen ‘odadaki fil’i kimse görmek istemiyor. Bize, buralarda ‘var olma’nın bedelini ödetip, bizi duyarsızlığa ve salt ‘sahip olma’ya odaklayan öldürücü bu sisteme hayır deme cesaretini bulamadığımız sürece bu ‘rahatsız edici gerçek ortadan kalkmayacak. İnsanlığı yok etme noktasındaki sorunlar da suç olmaktan farklı bir şekle bürünmeyecek. Gerçekten bizi özgür, mutlu, eşit, adil, temiz, ahlaklı ve sağlıklı kılması gereken eğitim ve teknolojiden bir halt anlamadığımız karanlık bir çağda yaşıyoruz. Ve bu çağın en büyük başarısı; kafamızı karıştırıp, hatta bizi alıştırıp karanlığı ışık zannetmemize neden olmaktır! Ciddi ve ağır bir şekilde yanlış kullanılan bilim, din ve manevi olgular, bizi köle haline getiren ve hiç de kutsal olmayan şaşırtıcı bir ittifakta birleştiler... Oysa biz, çocuklarımız, doğa ve gezegen ölüyoruz. Yok olmak üzereyiz. Bunu görmezden gelmeye devam mı edeceğiz ?..''

24 Mart 2016

DR. FUAT UMAY’DAN SONRA; DEVRİMCİ BİR DOKTORUN GÖZÜNDEN GÜNÜMÜZ ÇOCUKLARINA/ÇOCUKLUĞUNA BAKIŞ


Çocukluğa ilişkin üzerinde uzlaşılan tek yaklaşım; küreselleşmenin çocukluk çağını  kültürlerin içinden çıkararak daha çok evrensel bir deneyime dönüştürmesidir. Oysa çocukluğun kültürlere özgü olduğu unutulduğunda, çocukluğun çeşitliliği ve renkliliği kaybolmaktadır. Öte yandan sadece kültürel aidiyet biçimlerini mutlaklaştırmak ise, çocukların küresel düzeyde yaşadıkları kimi sorunların gözden kaçmasına neden olmaktadır. Buradaki denge çocuklardan yana önemlidir. Ancak günümüzde bu denge yok olmakla kalmamış çocukluk kapitalist sermayenin yayılma aracına dönüşmüştür. Çünkü  toplumsal dönüşüm çocukluğu da içine alarak gerçekleşmektedir. Bu tartışmanın özü aslında, yaşamdaki dönüşümün çocukları yaşamını daha kırılgan ve savunmasız bir hale getirmesidir (Potsman, 1995; Smith, 2002).
Çocukluğun dünyada yaşanma biçimlerini, çocuklara ilişkin verileri ve haklarının bilincinde olan çocuk özneyi merkeze almayan, çocukluğu kontrol etmeye çalışan devletler; dünyada özgün çocukluk hallerini sistematik bir biçimde değiştirmekte,  kültürlerarası farkındalığı yok etmekte ve toplumların yaşanan sorunları  çözme becerilerini tahrip ederek dünya çocukluğunun farklı etkiler tarafından yeniden yapılandırılmasına aracılık etmektedirler. Çocuklara yönelik bireysel ve kurumsal etkilerin kapsamının anlaşılması için bilim insanları, araştırmacılar, felsefe ve edebiyatçılar çaba gösterirken; çalışmalar betimleyici boyuttan öteye geçememektedir. Oysa küreselleşmenin ve teknoloji çağının verileri üzerinden yorumlar yaparak günümüz çocukluğunun panoramasını çıkarmak sorunları çözmeye yönelik adımların yönünü ve içeriğini belirleyecektir (Smith, 2000).
Bu noktada farklı bir bakış açısına duyduğumuz ihtiyacı görmenin yanısıra Cumhuriyet tarihimizin yenileşme çabaları içinde Dr. Fuat Umay’ın katkılarını anlamak gerekmektedir. Sabiha Sertel’in Rman Gibi  isimli Anılar’ında Dr. Fuat Umay’a rastlarsınız. Dr. Fuat Umay’ın Ankara Hükümeti’nin görevlendirmesiyle ABD’ye yaptığı ziyaretten bahsettiği satırlardan yola çıkılırsa; Umay’ın çalışmalarının ne denli önemli olduğu anlaşılmaktadır. Çocuk haklarının geliştirilmesi ve çocukların korunmasına yönelik yaygın kamu hizmeti oluşturmaya ilişkin girişimleri bugünki düzenlemelerin de temelini oluşturmuştur.
Himaye_i Etfal Cemiyeti’nin genel sekreterliği görevini yürüten Dr. Fuat Umay’ın Türkiye’de savaş yıllarının yarattığı yıkımdan geriye kalan yetim ve/veya öksüz çocukların sosyo-ekonomik koşullarına yönelik ilgisi ile Cumhuriyetin duyarlılıkları ivme kazanmıştır. Dr Fuat Umay, Kurtuluş Savaşı ile birlikte Türkiye’nin yönetimini üstlenen erdemli ve yetenekli Kemalist kadroda yer alıyordu. Savaş bitmiş, özellikle Ege Bölgesi yanmış, yıkılmış, insanlar yok edilmiş ve Türkiye savaş sonrasının bitmez tükenmez sorunları arasında büyük bir trajedi ile karşılaşmıştır. Yüzbinlerce kimsesiz çocuk, yetimler… O dönemdeki Himaye-i Etfal Derneği’nin (sonraki Çocuk Esirgeme Kurumu’nun) yükümlülüğündeki bu soruna acil olarak çare bulunması gerekiyorken tahrip olan ekonomide böyle bir kaynak olamayışı vahim bir çaresizlik yaratmıştır (Umay 2003). Türk mitolojisinde çocukların koruyucu ruhu ‘Umay’a atıfla Atatürk tarafından kendisine uygun bulunan soyadının Dr. Fuat Bey bu koşullar altında hakkını fazlası ile vermiştir. Aynı koruyucu ruhla bugünün çocuklarının yaşadığı trajediyi de görmek, anlamak ve ivedilikle hareket etmek zorundayız. Neden mi? Çünkü bugün ‘’çocukluluk yeniden şekillendirilmekte ve tek tipleştirilmekte’’dir.    

 Çocukluğun Yeniden Şekillenmesi
 Çocukluk nedir sorusunun yanıtı herkes için çok kolaydır aslında, çünkü herkes çocuk olmuş ve bir çocukluk çağı yaşamıştır. Çocukluğun tanımı yapılırken ortak olunan fikir, çocukluğun yaşamın en masum dönemi olmasıdır. Ama artık ne yazık ki öyle değil...
Günümüzün çocukluk yaşamı üç farklı görünümle sürdürülmektedir. Bunlardan ilki; çocukların birer tüketiciye ya da küresel sermayenin kurbanlarına dönüşmeleri, ikincisi; ideolojileri ve bilgiyi iletilmek istenilen doğrultuda birer uygulayıcı/ yorumlayıcıya dönüşmeleri, sonuncusu ise, küreselleşmenin katılımcı aktörleri haline gelmeleridir. Bu görünümler kendi içinde birbirini etkileyerek ve güdüleyerek çocukluğun yapısını değiştirmektedir. Çocukluk  günümüzde, modern tüketim kültürünün   gönüllü tüketicileri olabilmeleri için şimdiden, reklam şirketlerinden tutun da, film senaryolarına ve bütün popüler kültür ürünlerine varıncaya kadar tutsak edilmiş bir olgu. Zamane çocukları ise, çocuk olma hakları ellerinden alınmış çocuklar. Kısaca günümüz çocukları  “Postmodern Çocuklar” olarak tanımlanıyorlar. Bu tanım Türkiye’de 80 sonrası neoliberalizm ve küreselleşmenin karmaşık neden sonuç ağı içerisinde değişen birey, aile ve toplum yapılarında tam karşılığını buluyor.  Modern dönemde klasik ataerkil aile yapısı yerini annelerin de çalışma yaşamına katıldığı çekirdek aileye bıraktı. Değişen bu yeni anne figürü ile  birlikte, çocuklar modernitenin ilk sonucuyla karşılaşmış oldular.  Bu durumda çalışan ebeveynlerin çocuklarını yaşama hazırlamaya yönelik bilgilendirme süreci sekteye uğradı. Çünkü anne baba sürekli meşgul, zaman ve enerjileri yetersiz. Bu durum ya biyonik, insanüstü anneler, ya evde kral her istediği yapılan çocuklar yarattı ya da ebeveynler istemli, çoğu zaman istemsiz olarak çocuklarını evdeki elektronik dadıya doğru yönlendirdiler. Ortaya çıkan gariplikleri sadece annenin   çalıştığı ailelere indirgemek de haksızlık olur, sonuçta çocukluğun karşısına bütün ekonomik ve toplumsal gücüyle teknoloji-medya hegemonyası çıkmaktadır ( Rizzini and Bush, 2002).
Günümüzün toplumsal yapısı ve kültürü üzerinde medyanın gücü giderek artmış, gerçekten de hegemonik bir hal almıştır. Günümüz ailesine “ataerkil” diyemediğimiz gibi artık “çekirdek aile” de denememektedir. Bu durumda, günümüz ailesi için “medyaerkil  aile” demek çok da yanlış olmaz. Çünkü yaşama dair bütün kodlar medyanın üretim süzgecinden geçerek kitlelere ulaşmakta, medya tüketim alışkanlıklarından zihinsel kalıplara varıncaya dek en belirleyici faktör olarak karşımıza çıkmakta, bütün bunları bir eğlence formatı içinde yapmakta ve 12-13 yaşındaki bir çocuğun zeka seviyesini esas almaktadır. Böylece tüm yaş gruplarını kolayca hakimiyeti altına almaktadır. Tabi ki medyanın gücü karşısında en savunmasız kesimi çocuklar oluşturmaktadır. Saddam’ın idam görüntülerini izleyip kendini asan ya da Pokemon adlı çizgi filmi taklit ederken kendini pencereden aşağı atan çocukların haberlerini hepimiz duyduk. Sadece televizyon karşısında yemek yiyen çocuklara yabancı değiliz hiçbirimiz. Bu örnekler medyanın çocuk üzerindeki etkisini açıkça göstermektedir.
 Medyadaki şiddet görüntülerine gelince… Araştırmalara göre, 5 yaşındaki bir çocuk hergün televizyon seyrederse 15 yaşına geldiğinde  18 bin cinsel taciz, saldırı, kavga yolu öğrenmiş oluyor. Yine Amerikan Pediatri Derneği’nin 1990 yılındaki araştırma sonuçlarına göre bugünün çocukları 70 yaşlarına geldiklerinde ömürlerinin 7 yılını televizyon karşısında geçirmiş olacaklar. Alman yönetmen Anja Kabunden'in belgesel nitelikli “En Tehlikeli Görünmez Düşman" filminde internetle ilgili kullanılan ifadeler, konunun sanal alem boyutunu gözler önüne sermesi açısından çok çarpıcı: “Teknoloji her türlü silahı üretiyor. Ancak en tehlikeli, en yıkıcı, en tahrip edici ve en salgın hastalık yayıcı silah ve düşman, bir türlü kontrol edilemeyen internet kullanımıdır. Dünyanın bütün çocukları pedofili(sübyancılık), çocuk pornosu, gotizm, satanizm, kumar tehlikesi ile karşı karşıya. Böyle giderse, AİDS’den daha tehlikeli boyutlara ulaşması çok uzak değil. Zira en basit örneğiyle, çocuklarda intihar, bağımlılık, psikolog yardımı ile terapilerin artışı en önemli göstergeleridir” (Akçalı, 2006).  
 Televizyondaki ve bilgisayar oyunlarındaki şiddet çocukların gerçek yaşamdaki şiddete duyarsızlaşması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Türkiye’de suç işleme yaşı 7’ ye kadar düşmüş durumdadır. Bu açıdan bakıldığında ülkemizdeki  çocuklara yönelik şiddet, istismar, ayrıca okullarda giderek artan zorbalık, saldırganlık olayları daha iyi anlaşılmaktadır. Televizyonlarda bizim zamanımızın Heidi, Arı Maya gibi masum çizgi filmleri yok artık. En basit bir çizgi filmde dahi pornografik unsurlarla karşılaşmak mümkün. Ve yine bütün Holywood yapımı çizgi filmlerde Amerikan yaşam biçimini  özendiren kapitalist kodlar mevcut. 60’lı 70’li yılların gözü yaşlı, kırılgan, duyarlı Ayşecik, Sezercik  filmlerine de rağbet etmiyor çocuklar. Onların idolü  “Çocuklar Duymasın” dizisinin bencil, ukala  “Havuç”u.  Biri geleneksel aile yapısının çözülüşünü çocukça masumiyetiyle engellemeye çalışırken, diğeri sahip olduğu daha modern aileden, kapitalist bir zihniyetle daha fazla pay almaya çalışmaktadır. Biri “ana sıcaklığı” için ısrar ederken, diğeri cep telefonunu buna tercih etmektedir (Akçalı, 2006).
 Günümüzde küreselleşme ve medyanın kışkırtıcı gücünün de etkisiyle,  otantik kültürler doğasından kopmaya zorlanmakta ve tüm dünya ortak bir Batı, daha doğrusu Amerikan kültürüne doğru evrilmektedir. Medya yeni sömürgeciliğin ‘’keşif kolu” olarak görevini  büyük bir ustalıkla yerine getirmekte, dünyadaki yaşamı bugün yeni aktörlere teslim etmektedir. Keşif çoktan tamamlanmış sahnenin yeni aktörü medya, küreselleşmenin yayılma ve dönüştürme  görevini  üstlenmiştir. Öyle ki, Batı dışı toplumlarda kendi kültürlerini küçük görme, yerli kültürün kendi kendini inkârı, yabancılaşma gibi olgular yaşanmaktadır. Bu kompleks duygusunun çocukları daha kolay etkilediği de muhakkaktır. Örneğin Barbie türü bebeklerin ilettiği mesaj; güzel, alımlı, hiç yaşlanmayan ve asla doğurmayan, adeta cinsiyet rollerinden arındırılmış bir modelidir. Gerçekten de hamile modellerinde bile Barbie, annelikle, çocuk bakımıyla, ev işleriyle ilgili gibi durmamakta, her an sorumluluktan uzak ve özgür yaşantısına dönüverecek gibi imaj çizmektedir. Aynı zamanda tek tip bir beden algısı oluşturabilecek bir vücut yapısı da vardır. Burada önemli olan diğer bir konu,  kız çocukların Barbie elbiselerine özenmesinden çok, Barbie gibi olmak istemeleridir. Ve her gün binlerce kız çocuğu kendi bedenlerini Barbie’lerle kıyaslamaya devam ederek yeni çocuk tipinin  üretim kervanına katılmaktır. Bu durum toplumun bütün hastalıklı olguları tarafından da istismar edilmeye açıktır. Ayrıca bu tür ürünlerin taşıyıcısı olduğu bir ideolojisi vardır; rafine bir sunumu olması siyasallıktan uzak olduğunu göstermez. Barbie örneğinden hareketle, kadın güzelliği ve tek tipliliği sloganının şemsiyesi altında, çocukları ekonomik çıkarların, amaçların yayılmasında araçsallaştıran bir ideoloji simgesi olarak, her yerdedir.
Medya ve tüketim kültürünün iç içe geçmiş imgeleri çocuklara nasıl giyineceklerinden nasıl yaşayacaklarına varıncaya kadar,  farklı bir kimliği dikte etmektedir. Sadece görünenin ve fiziksel olanın mutlaklaştırıldığı günümüzde, modern tüketim taşıyıcısı rolüne yatkın olmayan her nesne/çocukları hedefleyen ürünler pazarda yer bulamaz. “Bu oyuncakların en masumu, en kolay tercih edileni kitaplar bile, Harry Potter kitapları bile, Harry Potter eşantiyonları bile, ben 10 gibi ürünler artık bir oyuncak şeklinde değil, sürekli reklamı yapılan ve gündelik yaşamın her alanına eşlik eden ürünler olarak ortaya çıkmaktadır. Defterin kabı, şişenin kapağı, bardağın kendisi olarak evlere, çocukların dünyasına girmektedir. Dolayısıyla bunların hepsi aynı anda dünyanın bütün çocuklarına ulaşmaktadır. Bütün çocuklar aynı oyuncakları biliyor. Action Man İle Barbie. Bilgisayar oyunları da aynı merkezden üretiliyor. Yani çocuğun yereli, mahallesi, özeli elinden gidiyor. Mahalle zaten artık oyun oynanan bir yer olmaktan çıkmış durumda…
Artık çocuk kıyafetleri yok çocukların. Oyun kültürünün üreticisi de onlar değil artık. Geçmişin içinde kendini sınama, yardımlaşma, sorumluluk alma, paylaşma gibi sosyal rollerini kazandıran geleneksel oyunları da oyuncakları da yok. Hepsi tek merkezden üretiliyor. Asıl ürkütücü olansa, geleneksel oyunun ve oyuncağın yitimi kadar, onlarla oynayacak çocukların, bir anlamda geleneksel çocukluğun kayboluşudur. Bunun yerine farklı bir çocukluk tipi; postmodern  ya  da tüketim çarkının taleplerine uygun olarak kolayca şekillenebilen, sürekli can sıkıntısı içinde olan, tatminsiz, mutsuz, hazırcı, tüketim-marka-kimlik üçgeninde tükettikçe rahatlayan, gerçekte yetişkinlerden çok da farklı olmayan küresel bir çocukluk  tipi inşa edilmektedir. “Artık yetişkinler gibi giyinip konuşan, küfür eden, profesyonel katiller gibi cinayetler işleyen, Lolita gibi olmaya çalışan, oyun diye bilgisayar ve atarilerde nasıl savaşılacağını öğrenen, eğitim maratonuna en hırslı bir şekilde hazırlanan  daha çok çocuğa rastlıyorsak durum vahim demek…” (İnan, 2004).
Bir taraftan hayalleri tüketim mabetlerinin modern, albenili yeni ikonlarına hapsedilmek suretiyle hayal kurmaları engellenen, oyuncakları ve oyunları ellerinden alınarak çocuklukları çalınan, ortalamayı tutturma amacındaki televizyon programları yoluyla, yetişkinlerin anlam ve zihniyet dünyasına ait ne varsa saf dünyalarına boca edilerek yok edilen  geleneksel çocukluğun yerine, kapitalist paradigmanın kodlarına uygun yeni bir çocukluk tipinin inşa edildiği süreç yaşanmaktadır. Yitip giden bu çocukluk tipinde aynı zamanda tasarruf, yetinme, geleneksel değerlere bağlılık, büyüklere saygı, hoşgörü, fedakârlık  gibi birtakım değerler de hızla yok olmaktadır. “Üretim toplumunun ortak yararı yerini tüketim toplumunun bireysel harcama ve çıkarlarına bırakmakta; çocuk aidiyetini eski değer ve nesnelere göre değil, yeni nesnelere göre kurmaya başlamakta ve böylece,  örneğin eski dönemin kumbaraları, çocuğu yavaş yavaş birikim ve tasarrufa çağırırken, postmodern dönemin kredi kartları ise, çocuğu çok hızlı bir biçimde tüketime davet etmektedir. Modern toplumun oluşturmaya çalıştığı ve de yüzyıllar içinde  oluşturduğu “üretici yurttaş çocuk/vatandaş” yerini postmodern toplumda “tüketici- küresel çocuk/vatandaş” a bırakmaktadır” (Akçalı, 2006; Sayar, 2001).
 “Artık o bir çocuk değil. Bir şeyin yerine geçen varlık, doğal ötekiliğini yitirerek uydusal bir varlığa dönüşmüş, benzerinin yapay yörüngesine girmiş bir varlık ve artık bundan kendini kurtarabilmek için, tatsız tuzsuz hep yinelendiği gibi kimliğini ve özerkliğini değil de, mesafesini ve farklılığını bulmak için epey acı çekmesi gerekecek… Ama artık çocukluğun psişik ve simgesel koşulları bile mevcut olmadığına göre, çocukluğun da çözümü yoktur. Hatta çocukluk şu ya da bu biçimde kendini aşma ve yadsıma şansını bile yitirmektedir. İnsanoğlunun bir başkalaşım evresi olarak yitip gitmektedir. Bu şekilde kendine özgü dehasını ve tekilliğini yitirirken, aynı zamanda da bir tür siyah kıtaya dönüşmektedir.” (Baudrillard, 2001, p.89)  Bu yorum her ne kadar çok acımasızca görünse de, küreselleşme gerçekten de acımasız bir saldırı ile çocukluğu yok etmektedir. Bütün bu yapıya, dünyanın farklı coğrafyalarında çatışmalarda, küçük insan suretlerine dönüşerek silahlanan, savaşan çocuklar ile insan ticaretinin en tercih edilen metasını oluşturan çocuklar, ya da okula gidemeyen, giderek yoksullaşan ve güvencesiz, sağlıksız koşullarda sokaklarda çalışan çocuklar eklendiğinde küreselleşmenin çocukları aslında yeryüzündeki özgün kültürlerle, devletlerle ya da yerel otoritelerle mücadele aracı haline getirdiği de anlaşılabilir (Baudrillard, 2001; Smith, 2002).

Çocukluğu Yeniden Kazanmak
 Çocuğun özne olarak varlığını sürdürebilmesi için haklarının bilincinde olması, çocukluğun korunmasının en önemli boyutunu oluşturur. Çocukların iyi bir yaşam sürdürmesi, barış içinde, sağlıklı ve onurlu bir biçimde yaşaması için "Çocuk Haklarına Dair Sözleşme" bunun için önemli katkılar sunar. Bu sözleşmeyi imzalayan ülkeler çocukların temel ihtiyaçlarından başlamak üzere; kız-erkek ayrımı yapmaksızın her çocuğa eğitim ve sağlık hizmetleri sunmaya; onları savaş, sömürü ve taciz gibi olumsuz durumlardan korumaya söz verirler. Çocuk öznenin düşüncelerini açıklama, oyun hakkı ve bütün bunların ötesinde haklarını öğrenme hakkını tanır bu sözleşme. Ne var ki, bütün bu olumluluklar, yetişkin dünyasında olduğu gibi eşit biçimde yansımaz dünya çocuklarının yaşamına. Yetişkin dünyasının sorunlarla boğuşan coğrafyaları başta olmak üzere savaş, sömürü, taciz vs. olumsuzluklarla karşılaşır çocuklar. Çocukların farklı kültürlerde yaşasalar bile birtakım ortak sorunları olduğunun altı çizilerek, çocukların çocuk olma hakkının en birincil çocuk hakkı olduğu üzerinde durulmalıdır. Bu noktada dünya çocuk gerçeği ile çocukların penceresinden yüzleşebilmek gerekmektedir. Dünya Çocuk Hakları Sözleşmesi yapılandırıcı bir eğitim anlayışının genel çerçevesini oluşturmada çocukların özne oluşuna katkı sunması bakımından ayrıca önemli, dört temel hak ve özgürlük üzerine kuruluyor:
Yaşama hakkı: Temiz su, yeterli ve dengeli beslenme, barınma, sağlık hizmetlerine erişme,
Gelişme hakkı: Oyun ve eğitim hakkı
Korunma hakkı: Sevgi ilgi; dünyadaki tehlike, hastalık, savaş ve çatışmalardan korunma, fırsat eşitliği,
Katılım hakkı: Kimlik, milliyet, inanç ve ifade özgürlüğü.
Bu haklar, dünyanın dört bir köşesinde yaşayan çocukların ve ailelerin birbirinden farklı yaşamları olsa da daha eşit, kaliteli ve çocukluğun korunduğu bir yaşamı inşa ederek sürdürmeyi hedeflemektedir. Sadece çocukların gerçeklerine odaklanmanın kapısını açmaktadır. Bu yönüyle, farklı toplumların çocukluk gerçeğinin, her toplumda bireysel ve kurumsal açıdan nasıl yapılandırılması gerektiğinin altını çizmektedir (Boyden, 1997; Smith, 2000).

SONUÇ
 Bugün, taciz, tecavüzlerle yaşamları alt üst olan, savaşlarla çocukluklarından edilen günümüz çocuklarına baktığımızda insanlık büyük bir özür borçlu çocuklara… Çocukluğu ve çocuklarımızı koruyan Umay olmayı, gereği gibi başaramadığımız için…  
 Ancak çözüm için önerilebilecek her şey küreselleşmenin ve yerel sorunların gücünden daha güçlü olmayı gerektirmektedir. Rasyonel anlamda en acil çözüm, bütün okullarda ebeveynleri de kapsayan zorunlu ve uzman kişilerce verilecek ''Bedensel Bütünlük, Duygularını, Kendilerini İfade Edebilme'',  “Medya Eğitimi” ve ‘’Karakter Eğitimi’’ ile başlamalıdır. Çocuklar böylece medyanın, zihinlerine gizli ya da açık olarak yönlendirdiği kışkırtıcı her türlü mesaj bombardımanına karşı daha bilinçli ve dirençli olacaklardır. Ve tabii ailelere çok büyük sorumluluk düşmektedir. Ayrıca, çocuklara kendilerini korumak örgün eğitimde ve bakım veren kuruluşlarda öğretilmesi gereken bir sorumluluktur. Çocuklara bakım veren tüm kurum ve kuruluşların sıkı denetlenmesi, çocukların güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. Bu noktada kimse kurumsal sorumluluktan sıyrılamaz. Sadece vicdanlara bırakılamayacak kadar hassas bir noktada olduğumuz herkesin anlaması gerekiyor. Bunun için kim bilir, belki de önce, çocukların çalınan hayallerini iade etmek için, önce biz yetişkinlerin tekrar hayal kurmayı öğrenmemiz, sık sık çocukluğumuzu hatırlamamız gerekiyor…

Yararlanılan Kaynaklar

Akçalı, S. İ. (2006). Gündelik hayat ve medya. İstanbul: Ebabil Yayıncılık.
Baudrillard, J. (2001). Tam ekran. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Boyden, J. (1997). Childhood and the policy makers: A Comperative Perspective on the Globalisation of Childhood. In A. James and A Prout (Ed.), Constructing and re-constructing childhood, USA: Falmer Press.
Fass, P. S. (2003). Chidren and globalisation. Journal of Social History, 36(4), 963-977.
İnal, K., 2004. Modernizmin Aile ve Çocuk Üzerinden Yolculuğu. Virgül, 73-81.
Potsman, N. (1995). Çocukluğun Yokoluşu. (Çev. Kemal, İ.), Ankara: İmge Kitabevi.
Rizzini, I. and Bush, M. (2002). Globalisation and children. Childhood, 9(4), 371-374.
Sayar, K. (2001). Küreselleşmenin psikolojik boyutları. Yeni Symposium, 39(2), 79-94.
Smith, R. (2000). Order and disorder: The contradiction of childhood. Children and Society, 14(1), 3-10.
Smith, R. (2002). Globalisation, individualisation and chidhood: The challenge for Social Work. Proceiding of Congress of the International Association of Schools of Social Work, July, Leicester, England.
Umay, M. F. (2003). Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Bir Devrimci Doktorun Anıları. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. 

Dr. Fuat Umay ile ilgili Ek Bilgi:
Dr. Fuat Bey, Himaye-i Etfal'e gelir sağlamak amacıyla çeşitli çabalar içerisine girmiştir. Yurt içindeki bağış çalışmalarının yeterli görülmemesi üzerine özellikle ABD'de yaşayan Türk vatandaşlarına ulaşma çabaları başlatmıştır. Dr. Fuat Bey, Gelibolu milletvekili Celal Nuri İleri'den adres alarak Washington'da Türklere imamlık yapan Mehmet Ali Efendi'ye ulaşır. Yazışmalar sonunda Türk Teavün Cemiyeti'ne ulaşılır. Cemiyet New York ve Detroit'te toplantı yaparak 120.000 dolar bağış toplayarak Himaye-i Etfal Cemiyetine gönderir.
Türk vatandaşlarının gönüllü katkılarının yoğunluğu üzerine Ankara'dan bir temsilcinin davet edilmesi düşünülür. Konuyla ilgili çalışmaları Sabiha Sertel Roman Gibi isimli eserinde şöyle kaleme almıştır:
New York'a döndükten sonra yönetim kurulunun toplantısında, Ankara'dan birinin Amerika'ya çağrılmasını konuştuk. Ateşin içinden gelen bir kimse çok faydalı olacaktı. Bu düşüncemizi Ankara Himaye-i Etfal Cemiyetine bildirdik. Ankara Merkez Komitesi, cemiyet başkanı Doktor Fuat Bey'i göndermeyi kararlaştırmıştı. Fuat Bey Gülcemal vapuru ile geldi. Bu, Amerika'ya gelen ilk Türk vapuru idi. Vapuru karşılamak için bütün teşkilatlardan delegeler gelmişlerdi. Gülcemal'in New York limanına gelmesi de önemli bir olay oldu. Vapurda dalgalanan bayrağı görmek için yalnız Türkler değil, Türkiye'den gelmiş Rum, Ermeni, Yahudi, bütün Türk uyrukları gelmişlerdi. Kalabalığın içinde hüngür hüngür ağlayanlar vardı. Fuat Bey'in geldiği gün Astoria Oteli'nin salonunda yaptığımız toplantıda müsamerenin programını hazırladık. Fuat Bey'in gezeceği şehirleri kararlaştırdık. Fuat Bey'in yapacağı gezilere benim mihmandarlık ve tercümanlık etmemi uygun gördüler. New York'ta ilk toplantı, kiraladığımız büyük bir salonda yapıldı. Fuat Bey memleketin acıklı durumunu anlattı. Ben hislere hitap eden bir konuşma yaptım. Şiirler okundu. Halk arasında ağlayanların hıçkırıkları duyuluyordu. Konuşmalar sonunda yardım faslı açıldı. Masanın üstü yığın yığın dolarlarla doldu. Kalabalığın arasından orta yaşlı, orta boylu, kalın siyah kaşlı, bıyıkları kulak deliklerine değen bir adam ağır ağır masaya yaklaştı. Bu, Kürt Yusuf Gülabi Çavuştu önce Fuat Bey'in elini öptü: "Siz bana toprağımın, köyümün kokusunu getirdiniz. Sağ olun, varolun. Aç sürünen çocuklar arasında benim de evlatlarım var her hal. Yirmi yedi senedir Amerika'da çalışıyorum. Madenlerde işçilik ettim. Otomobil fabrikalarında, Kuzeyde, Fruit Company'nin (meyve kumpanyası) meyve bahçelerinde çalıştım. Garajlarda, parklarda yattım. 10.000 dolar birikmiş param var. Artık memlekete dönmeye karar verdim. Bütün paramı size veriyorum. Bana yalnız bir vapur bileti alın. Ve orada bir iş bulmama yardım edin. İşte altın saatim. İşte altın kemerim. Yurduma helal olsun." Herkes ağlıyordu. Toplanan para 100.000 doların üstündeydi...
Amerika'daki bu çalışmalar sonunda, memlekete gönderilen paranın miktarı bir milyon Türk lirasının üstündeydi. Ankara'da Çocuk Esirgeme Kurumu'nun meydana getirdiği ilk çocuk sarayları, bakımevleri, hastane, çocuk yuvaları Amerika'daki işçilerin gönderdikleri paralarla kuruldu. Fakat Yusuf Gülabi Çavuş'a iş bulunmadı. Çocukların yataklarının başucuna işçilerin fotoğrafları asılmadı.

Dr. M.Fuat UMAY
21 Mart 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin oluru ile 5 ay süre ile ABD seyahatine izin verilen Dr. Fuad Bey, buradaki izlenimlerini Amerika'da Türkler isimli kitabında anlatmıştır. Dr. Fuat Bey 8 Nisan - 3 Haziran tarihleri arasında ABD'yi bir baştan bir başa dolaşarak yardım toplamıştır. Himaye-i Etfal'e yardım toplantıları New York, Lawrence, Peabody, Providence, Wooster, Buffalo, Pittsburgh, Petkiran, Clairton, Wellston, Youngstown, Canton, Akron, Cleveland, Washington, Detroit, Chicago, Philadelphia şehirlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplantılar sonunda 85.072 dolar yardım toplanmıştır. Suriyelilerin yardımları ve miktarları tespit edilemeyen yardımların toplamıyla bu sayı Sabiha Sertel'in belirttiği gibi yüz bin dolara yaklaşmıştır. Dr Fuat Bey yardımlarda sürekliliği sağlamak amacıyla, Türk Teavün Cemiyeti yetkililerine Himaye-i Etfal Cemiyetinin şubelerini açma teklifini getirdi. Teklifin olumlu karşılanması üzerine 15 Nisan 1923 tarihinde Himaye-i Etfal Cemiyetinin Merkezi New York'ta açıldı.
Sağlık sektöründe çalışan personelleri ve amerikada sağlık teşekküllerini inceleme fırsatı buldu ve inceleyerek yurda dönüşünde bu konularda önemli düzenlemelerde bulundu.
15 Nisan 1923 ile 3 Haziran 1923 tarihleri arasında süren ve A.B.D.’de çalışan Türkleri bir araya getiren bu seyahat, New York, Washington, Chicago gibi pek çok. Amerika’daki anılarını anlattığı Amerika’da Türkler ve Gördüklerim (1927) ve Seçmenlerimle Başbaşa (1950) adlı iki kitabı İş Bankası Kültür Yayınları arasında 715 Genel Yayın No ve 300 Edebiyat Dizini arasında yer alan kitap 2003 yılında birinci basım olarak yayınlanmıştır.
Savaşta olduğu gibi geride binlerce kimsesiz, yetim çocuk kalmıştır. Zamanın Sağlık Bakanı olan Dr. Mehmet Fuat, Mart 1923’te ABD’ye giderek orada yaşayan Türkler arasında bir yardım kampanyası başlatır.


6 Mart 2016

Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddetin Son 10 Yılı –I. Bölüm

Türkiye’de kadına yönelik şiddet, ülkemiz yerel kadın hareketinin 90’lı yılların başından itibaren sürdürdüğü mücadele sonucunda toplumsal gündemin dinamik bir parçası oldu. Ancak, bu gündemi yaratmak kadınların kazanımları ile değil, şiddetin ağır sonuçları ile gerçekleşti. Son on yılda da cinsiyet temelli şiddet, siyasetin gündemine taşınmakla kalmayıp, siyasetin ideolojik enstrümanı haline geldi. Şiddetle mücadele eden bağımsız kadınkuruluşlarının yanısıra,  lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks (LGBTİ) örgütleri giderek arttı ve aktifleştiler. İç hukumuzda, 2012 yılında, eksikyetersizlikleri olmakla birlikte, uluslararası insan hakları hukuku normlarındaki son yaklaşımları içeren yeni düzenlemeler yapıldı. İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmış olması çok önemli bir adımdı. Tüm bunlara karşın, Türkiye’de kadına yönelik şiddet son on yılda yine de hızını kesmedi ve yükseliş eğiliminde. Yasalar yapılıp, tedbirler konuşulurken; şiddetin azalmadığı gibi neden bir ‘’cinsiyet soykırımı’’na dönüştüğü sorusunun sorulması ve yanıtlanması gerekmekte.

Bu 8 Mart yaklaşırken, Adana’da uzun süredir kayıp olduğu bildirilen 16 yaşında bir genç kızın ailesi tarafından infaz edildiği ortaya çıktı. Gerekçe ‘’namus’’. Oysa biliyoruz ki, Türkiye’de, cinsiyet temelli şiddet mağduru kadınlar ve genç kızlar; aynı zamanda taciz, tecavüz ve ensest gibi cinsel suçların da kurbanları oluyorlar.

Bağımsız örgütlenmelerin cinsiyet temelli şiddetle mücadele deneyimleri ise, görmezden gelinerek değersizleştiriliyor. Hatta anarşizm olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de devletin, kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı sorunlara odaklı uzmanlık alanlarını, kurumları güçlendirmesi ve yasal düzenlemeler yapmasında kadın örgütlerinin, kısmen de akademinin önemli katkıları vardır. Bu çabaların geçmişi çok eski olmamakla ve ataerkil normlarla bakılıp, toplumun çeşitli kesimleri tarafından feminizm düşmanlığı ile damgalanmalarına karşın önemli kazanımların yolunu açtığı da bir gerçektir. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve devamında kurulan Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı bu ısrarlı, inatçı çabalarla gerçekleşmişltir. Ayrıca,  2000’li yılların ilk yarısında, Medeni Kanun ile Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikler ile, Anayasamıza eklenen kadın erkek eşitliği maddesi, birer başarıdır. ‘’Ailenin reisi erkektir’’ ifadesinin yasadan çıkartılması, evlilikte edinilen malların eşit paylaşımı, namus cinayetlerinde uygulanan cezaların arttırılması gibi ülkemiz ortamında devrim niteliğindeki kazanımlar, toplumsal destek de bulmuştur. Ayrıca, şiddetle mücadele amacıyla yapılan ilk özel düzenleme olan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair yasanın, kapsamının oluşturulması, tanıtımı ve uygulanmasını izlemede kadın örgütlerinin gösterdiği duyarlık da takdire değer.

Kadın örgütleri, son Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde, İstanbul Sözleşmesi’nin (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi-2015) onaylanması ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunu’nun yasalaşması süreçlerinde etkin katılım göstermişlerdir. 8 Mart 2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı yasa, son anda eklenen değişikliklerle örgütlerin önerilerini tam olarak içermese de, şiddeti önlemek ve maruz kalan kadın ve çocukları korumak için yeterli olanaklar sağlayan bir yasal düzenlemedir. Örgütlerin katkısı, yasanın 30 yıldır şiddetle doğrudan mücadeleden gelen deneyim ve cinsiyet eşitliğine dair evrensel ilkelere dayalı bütüncül yaklaşımları içermesi açısından önemliydi. Ancak, sivil toplum-kamu kuruluşları iş birliği için iyi örnekler oluşturabilecek bub u girişimler, artık durdurulmuştur. süreç Devlet, bağımsız kadın örgütlerini ve Türkiye’deki feminist hareketi dışlamıştır. Bunda AB hedefinden vazgeçilmesi de etkili olmuştur. Talepleri dillendiren örgütler ve mücadele içerisindeki kadınlara, şiddet ve engelleme ile karşılaşmaktadırlar. olarak yansımaktadır. Yazdıkları yazılar nedeniyle haklarında dava açılmakta, katıldıkları toplantılarda susturulmakta, ve mahkemelerde darp edilmektedirler. Hükümet partisinden seçilen bazı belediyeler ise, belediyeye ait binalarda yıllarca şiddete maruz kalan kadınlara danışmanlık desteği sağlayan kadın örgütlerini yerlerinden etmeye, protokollerini tek taraflı fes etmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’de LGBTİ hakları dediğimizde ise, bırakın iyi örneklerden söz etmeyi, konu görmezden gelinmektedir. Ülkemizde maalesef 2010 yılındaki  Anayasa’da yapılan değişikliği sırasında ve daha önceki yasa yapma süreçlerinde, bütün çabalara rağmen cinsiyet eşitliğinin, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimleri de içerecek şekilde tanımlanması sağlanamamıştır. Avrupa Birliği (AB) uyum programı çerçevesinde 2009’dan beri yasalaşması geciktirilen Ayrımcılık Mevzuatı ve Eşitlik Kurulu Kanun Tasarısı’ndan, LGBTİ örgütlerin katılımı ile önerilen maddelerin, tasarı meclise sevk edilirken tamamen çıkarılmıştır. Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelinde ayrımcılık yapılamayacağı belirtilen İstanbul Sözleşmesi’nin yaşama geçirilmesi geciktirilirken, diğer yandan  da salt içerdiği bu ibare nedeniyle sözleşmenin tamamına itiraz edilmektedir. ‘’Eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmelidir’’ yaklaşımı, artan nefret suçları ve trans cinayetlerinin azalması için herhangi bir tedbir alınmayışı, bazı kamu yöneticilerinin söylemleri ile nefretin yeniden üretilmesi tehlikeli boyuttadır. Bunun son örnekleri LGBTİ bireylerin 7 Haziran Genel Seçimlerinde milletvekili adayı olmaları ile gündeme yansımıştır. (devam edecek…)



29 Şubat 2016

BİR ERİLLİK BUNALIMI OLARAK TECAVÜZ: YA KÜLTÜRE DÖNÜŞÜRSE?



Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü- HaE Kurucu Direktör

İstanbul’da, Bağdat Caddesi'nde 19 yaşında bir üniversite öğrencisinin cinsel saldırıya uğraması, olayın geçtiği yer nedeniyle ilgi çekti. Oysa, hemen ardından Ankara Gölbaşı’nda 17 yaşında bir genç kadın, patronunun cinsel saldırısına uğradı. Ve ailesi fare zehiri içirerek, genç kadını öldürmek istedi. Özgecan, hafızamızdan henüz silinmemişken, Suriyeli sığınmacı genç kadınların bir mal gibi alınıp satılma haberleri, sıradanlaştı. Biliyoruz ki, Bağdat caddesinde gerçekleşen olay, İstanbul’un kenar bir yerleşiminde ya da Türkiye’nin kırsalında yaşansa, bu kadar konuşulmayacaktı. Kadınlar artık bu ülkede, yer, zaman ve mekan fark etmeden şiddet/saldırı/taciz tehdidi altında yaşıyorlar. Bu açıdan, bir saldırının diğerinden hiç bir farkı yok. Tecavüz/cinsel saldırılar sosyal psikoloji perspektifinden bakıldığında; var olan toplumsal cinsiyet düzeninde ‘’hegemonik/egemen erilliğin’’ yarattığı, kaçınılmaz bir sonuç olarak görünmektedir. Bu nedenle, her tecavüz eden erkek hasta ya da sapkın değildir. Tecavüzün nedenlerini ve koşullarını anlamak için öncelikle bu gerçeği kabul etmek gerkmektedir.
Kadınların neredeyse tümünü etkileyen tecavüz ve yarattığı tedirginlik, korku, bireysel bir sorun olarak görülmektedir. Tecavüzü böyle konumlandırmak, kurbanların farklı biçimde davranmayı öğrenmeleri halinde, tecavüzün kişisel düzlemde kalmayacağı, genel olarak önlenebileceği inancına neden olmaktadır. Tıpkı, 19 yaşında bir genç kadının gecenin 3ünde nereden geldiğinin sorgulanması gibi. Özellikle kadınlara, gece sokağa çıkmamayı, tayt gibi dar giysiler giymemeyi, yalnız yaşamamaları gerektiğini, tek başlarına taksi ya da dolmuşa binmelerinin uygun olmadığını öğreterek, sorunun çözüleceğine toplumu inandırma çabaları gibi... Bu çabaların özünde, kadınlara nasıl davranmaları gerektiği direktifini verme, sorunun kaynağının kadınlar olduğunu gösterme isteği bulunmaktadır. Bu durum, kadınların yaşam biçimlerinin tecavüzü kabulü ya da davranışlarının tecavüzü tahriki ile açıklanırken; faillere ilişkin ise, tecavüzcülerin doğuştan gelen dürtülerinin ya da hastalıklarının kurbanı olarak, aslında mağduriyetlerini tasvir etmektedir. Tecavüzün sorumlusu, dolaylı olarak kadın denmektedir. Ki, tecavüz suçlularına verilen cezalardaki iyi hal indiriminin kaynağı da bu bakış açısıdır.  
Oysa içinde yaşadığımız toplumda; ataerkillik ve erillik, kadınlık hallerini ve rollerini de belirleyen,  toplumsal cinsiyet düzenini inşa eden iki temeldir. Bu bakımdan toplumsal iktidar yapısı, belli kişisel eylemlilikleri/kadının toplumdaki eylemlerini kısıtlayabileceği gibi, baskın erillik davranışlarını/erkeklerin eylemlerini de sınırlandırmayarak, serbestlik tanıyabilir. Böylece, serbest olarak sokakta gücünü gösterebilen erkekliğe karşılık, kadınlarda yaratılan tecavüz korkusu, kadınların özel alana kapanması yönünde işlev kazanmaktadır. Sokakta yaşanan tecavüz olayları yaygınlaştıkça; (i) kadınlar, “kadının yerinin evi olduğu” anlayışına yönlendirilmekte, (ii) tecavüz sokağa ilişkin bir suç olarak konumlandırılmakta ve (iii) kadınlar tecavüzden korunmak için eve kapanmaya güdülenmektedirler. Ancak, çok iyi biliyoruz ki, aynı tür bir erkeklik anlayışının sonucu olarak tecavüz, ailede/özel alanda da kadınların peşini bırakmamaktadır.
Erillik ve ataerkillikle inşaa edilen toplumsal cinsiyet eşitsizliği de, böyle ortaya çıkmaktadır. "34 yaşındaki evli ve 2 çocuklu bir erkek gece 3'te Bağdat Caddesi'nde neden cinsel saldırıda bulunur" sorusunun yanıtı da bu eşitsizlikten çıkmaktadır. Tecavüz eden erkekler için çözüm olarak, kadınların tavır ve davranışlarını değiştirmeleri gerektiğine ilişkin söylemlerin kaynağı da, yine bu eşitsizliktir. Kadının ikincil toplumsal konumu nedeniyle bütün kadınları ve erkek olmayan ‘’diğerleri’’ni aşağılamanın çeşitli biçimlerinden, tecavüz sadece biridir.
Kadın, tecavüz ile iradesi dışında cinsel bir nesne yerine konmakta, cinselliği kullanılmakta ve cinselliğinin özü tahrip edilmektedir. Kadının, erkeğin cinsel tatmininin hizmetinde olduğu ve bir birey olarak iradesinin önemsiz bir ayrıntı olduğuna dair fail algısıyla, kadın bedeni bir nesne olarak yansıtılmaktadır. Saldırgan tarafında ise, tecavüz, bir yandan kendi cinsellik tanımını ve erkekliği, bir yandan da kadına bakışını yansıtan bir eylem özelliği taşır. Bu açıdan tecavüzün dayanağı, ‘’hegemonik erkeklik’’tir. Hegemonik erkeklik, kadınlarla ve tanımlanmış bir erkeklik algısı ile ilişkili olarak yaratılan bir erkekliktir. Bu tür erkeklik, hem kadınlara ve hem de hegemonik erkeklikle çatışan, farklı erkekliklere hükmetme yeteneği ile donatılmış  bir ego ile var olmaktadır. Erkeklikle ilgili güç ve kendine güven, bu egoyu beslemektedir. Dolayısı ile bu türden bir erkeklik algısı, tecavüzü kendini tamamlanmış hissetmek, psişik güvenliğini korumak amacı ile doğal bir biçimde kullanır. ‘’Şeytana uydum’’ sözünün ardındaki gerçek de budur esasında. Şeytan dediği, kendi egosu ile birleşen erkek olmaya dair güce erişme ve bu gücü koruma arzusudur. 
Son yıllarda, Türkiye’de doğrudan siyasal, sosyal ya da ekonomik koşulların sonuçları ile açıklayamadığımız, gelip geçici olup olmadığına dair bir karar veremediğimiz,ama çözülebileceğine de inanmadığımız kötü olaylar için “kültür” kavramını sıklıkla kullanır olduk. “Linç kültürü”, “şiddet kültürü”, “tecavüz kültürü” bunlardan bazıları… Geçtiğimiz yıl, Özgecan’ın  tecavüz edilerek ve yakılarak öldürülmesi, Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Olay infial yarattı, oysa bu coğrafyada çocuk yaşta bile herkesin, hatta hayvanların başına gelebilecek bir olaydı.  Türkiye’de risk altında olan yalnızca kadınlar değil. Kız-erkek çocuklar, yaşını doldurmamış bebekler de, cinsel şiddetin kurbanı oluyorlar.
Ülkemizde yaşayan her kadın ve erkek, yalnız bir kadının ya da çocuğun tecavüze uğrama olasılığını bilir. Bu bilgi, bir bakıma ortaktır ve bu, adeta “kültürel” bir bilgidir. Acaba gerçekten de Türkiye’de bir “tecavüz kültürü”nden söz etmek, mümkün müdür? Esasında bu türden olayları “kültür” olarak tanımlamaya başladığımızda, hepimizin bilincinin derinliklerine yerleşmiş duyuş-düşünüş ve davranışlar arasına bu olayları katıp, “faili meçhulleştiriyoruz”, ‘’sıradanlaştırıyoruz’’, deyim yerindeyse ‘’meşrulaştırma’’ girişiminde bulunuyoruz.
 Bir toplumda tecavüz, linç, çocuk evlilikleri, istismar, adam öldürme gibi suçlar sık sık gerçekleşiyorsa, bu sorunlarla  yüzleşmemenin, sorgulamamanın en kolay yolu “bu zaten kültürümüzde var,” deyip geçmek oluyor. Zaten yüzleşerek çözülmesi zor bir sorun olan tecavüz; sorgulanması, cezalandırılması, onarılması, değiştirilmesi gerekli ve olanaklı bir durum olmaktan çıkarak normalleştirilmiş oluyor. Ayrıca  “tecavüz kültürü” dediğimizde; tecavüzün değişime de kapalı bir durum olduğunun altını çizmiş oluyoruz.

Tecavüz “kültür”  değildir. Bu nedenle “normal” ve değiştiril(e)mez de değildir. Tecavüz, yani rızası olmayan bir bireye yönelik cinsel saldırı, bir suçtur… Suç olduğu için cezalandırılmalıdır, ancak toplum bir baskı oluşturarak iktidarları, kadın ve çocukların güvenliği için, tecavüzü olanaklı kılan koşulların kökten ortadan kaldırılmasının yollarını bulmaya zorlamalıdır.  Ancak bu yol, kadınların sokaklardan çekilmesi değildir. Kadınların sokaklardan çekilmesini istemek ve savunmak, tecavüzü bir kültür unsuruna dönüştürecektir. Cinsiyet eşitsizliklerine dayalı olarak biçimlenen kadınlık ve erkeklik rolleri, kadın-erkek ilişkileri, erkeklerin amansız, acımasız ve usta avcılar, kadınların ise, her daim zalim avcıların önünden kaçmak zorunda olan av hayvanları olarak konumlandırıldığı bir orman fotoğrafını parçalarıdır. Ancak ormanda yaşamadığımızı da çok iyi biliyoruz. Tecavüz, erkeğin kendini iyi ve tamamlanmış hissetmek amacı ile, egosunu ve erkeklik gücünü en iyi ve en kolay gösterebileceği bir eylemdir. Bu gerçekte , erkeğin egosundan dışa vuran bir ‘’erillik bunalımı’’dır. Cinsiyet eşitliği arttıkça, azalacak bir bunalımdır. Asıl tehlike, cinsiyet eşitsizliklerinin pekiştirilmesi ile kültüre dönüştüğünde kadınların yaşayacaklarıdır…