Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü- HaE Kurucu Direktör
İstanbul’da, Bağdat Caddesi'nde 19 yaşında bir
üniversite öğrencisinin cinsel saldırıya uğraması, olayın geçtiği yer nedeniyle
ilgi çekti. Oysa, hemen ardından Ankara Gölbaşı’nda 17 yaşında bir genç kadın,
patronunun cinsel saldırısına uğradı. Ve ailesi fare zehiri içirerek, genç
kadını öldürmek istedi. Özgecan, hafızamızdan henüz silinmemişken, Suriyeli
sığınmacı genç kadınların bir mal gibi alınıp satılma haberleri, sıradanlaştı.
Biliyoruz ki, Bağdat caddesinde gerçekleşen olay, İstanbul’un kenar bir
yerleşiminde ya da Türkiye’nin kırsalında yaşansa, bu kadar konuşulmayacaktı.
Kadınlar artık bu ülkede, yer, zaman ve mekan fark etmeden şiddet/saldırı/taciz
tehdidi altında yaşıyorlar. Bu açıdan, bir saldırının diğerinden hiç bir farkı
yok. Tecavüz/cinsel saldırılar sosyal psikoloji perspektifinden bakıldığında;
var olan toplumsal cinsiyet düzeninde ‘’hegemonik/egemen erilliğin’’ yarattığı,
kaçınılmaz bir sonuç olarak görünmektedir. Bu nedenle, her tecavüz eden erkek
hasta ya da sapkın değildir. Tecavüzün nedenlerini ve koşullarını anlamak için
öncelikle bu gerçeği kabul etmek gerkmektedir.
Kadınların
neredeyse tümünü etkileyen tecavüz ve yarattığı tedirginlik, korku,
bireysel bir sorun olarak görülmektedir. Tecavüzü böyle konumlandırmak,
kurbanların farklı biçimde davranmayı öğrenmeleri halinde, tecavüzün
kişisel düzlemde kalmayacağı, genel olarak önlenebileceği inancına neden
olmaktadır. Tıpkı, 19 yaşında bir genç kadının gecenin 3ünde nereden geldiğinin
sorgulanması gibi. Özellikle kadınlara, gece sokağa çıkmamayı, tayt gibi dar giysiler
giymemeyi, yalnız yaşamamaları gerektiğini, tek başlarına taksi ya da dolmuşa
binmelerinin uygun olmadığını öğreterek, sorunun çözüleceğine toplumu inandırma
çabaları gibi... Bu çabaların özünde, kadınlara nasıl davranmaları gerektiği
direktifini verme, sorunun kaynağının kadınlar olduğunu gösterme isteği
bulunmaktadır. Bu durum, kadınların yaşam biçimlerinin tecavüzü kabulü ya
da davranışlarının tecavüzü tahriki ile açıklanırken; faillere ilişkin ise,
tecavüzcülerin doğuştan gelen dürtülerinin ya da hastalıklarının kurbanı
olarak, aslında mağduriyetlerini tasvir etmektedir. Tecavüzün sorumlusu,
dolaylı olarak kadın denmektedir. Ki, tecavüz suçlularına verilen cezalardaki
iyi hal indiriminin kaynağı da bu bakış açısıdır.
Oysa
içinde yaşadığımız toplumda; ataerkillik ve erillik, kadınlık hallerini ve
rollerini de belirleyen, toplumsal
cinsiyet düzenini inşa eden iki temeldir. Bu bakımdan toplumsal iktidar yapısı,
belli kişisel eylemlilikleri/kadının toplumdaki eylemlerini kısıtlayabileceği
gibi, baskın erillik davranışlarını/erkeklerin eylemlerini de
sınırlandırmayarak, serbestlik tanıyabilir. Böylece, serbest olarak sokakta
gücünü gösterebilen erkekliğe karşılık, kadınlarda yaratılan tecavüz korkusu,
kadınların özel alana kapanması yönünde işlev kazanmaktadır. Sokakta
yaşanan tecavüz olayları yaygınlaştıkça; (i) kadınlar, “kadının yerinin evi
olduğu” anlayışına yönlendirilmekte, (ii) tecavüz sokağa ilişkin bir suç
olarak konumlandırılmakta ve (iii) kadınlar tecavüzden korunmak için eve
kapanmaya güdülenmektedirler. Ancak, çok iyi biliyoruz ki, aynı tür bir
erkeklik anlayışının sonucu olarak tecavüz, ailede/özel alanda da kadınların
peşini bırakmamaktadır.
Erillik
ve ataerkillikle inşaa edilen toplumsal cinsiyet eşitsizliği de, böyle ortaya
çıkmaktadır. "34 yaşındaki
evli ve 2 çocuklu bir erkek gece 3'te Bağdat Caddesi'nde neden cinsel saldırıda
bulunur" sorusunun yanıtı da bu eşitsizlikten çıkmaktadır. Tecavüz eden
erkekler için çözüm olarak, kadınların tavır ve davranışlarını değiştirmeleri
gerektiğine ilişkin söylemlerin kaynağı da, yine bu eşitsizliktir. Kadının
ikincil toplumsal konumu nedeniyle bütün kadınları ve erkek olmayan ‘’diğerleri’’ni
aşağılamanın çeşitli biçimlerinden, tecavüz sadece biridir.
Kadın, tecavüz ile iradesi dışında
cinsel bir nesne yerine konmakta, cinselliği kullanılmakta ve cinselliğinin
özü tahrip edilmektedir. Kadının, erkeğin cinsel tatmininin hizmetinde
olduğu ve bir birey olarak iradesinin önemsiz bir ayrıntı olduğuna dair fail
algısıyla, kadın bedeni bir nesne olarak yansıtılmaktadır. Saldırgan tarafında
ise, tecavüz, bir yandan kendi cinsellik tanımını ve erkekliği, bir yandan da
kadına bakışını yansıtan bir eylem özelliği taşır. Bu açıdan tecavüzün
dayanağı, ‘’hegemonik erkeklik’’tir. Hegemonik erkeklik, kadınlarla ve tanımlanmış
bir erkeklik algısı ile ilişkili olarak yaratılan bir erkekliktir. Bu tür
erkeklik, hem kadınlara ve hem de hegemonik erkeklikle çatışan, farklı
erkekliklere hükmetme yeteneği ile donatılmış bir ego ile var olmaktadır. Erkeklikle ilgili
güç ve kendine güven, bu egoyu beslemektedir. Dolayısı ile bu türden bir
erkeklik algısı, tecavüzü kendini tamamlanmış hissetmek, psişik güvenliğini
korumak amacı ile doğal bir biçimde kullanır. ‘’Şeytana uydum’’ sözünün
ardındaki gerçek de budur esasında. Şeytan dediği, kendi egosu ile birleşen
erkek olmaya dair güce erişme ve bu gücü koruma arzusudur.
Son yıllarda, Türkiye’de doğrudan
siyasal, sosyal ya da ekonomik koşulların sonuçları ile açıklayamadığımız,
gelip geçici olup olmadığına dair bir karar veremediğimiz,ama çözülebileceğine
de inanmadığımız kötü olaylar için “kültür” kavramını sıklıkla kullanır olduk.
“Linç kültürü”, “şiddet kültürü”, “tecavüz kültürü” bunlardan bazıları… Geçtiğimiz
yıl, Özgecan’ın tecavüz edilerek ve
yakılarak öldürülmesi, Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Olay infial yarattı, oysa
bu coğrafyada çocuk yaşta bile herkesin, hatta hayvanların başına gelebilecek
bir olaydı. Türkiye’de risk altında olan
yalnızca kadınlar değil. Kız-erkek çocuklar, yaşını doldurmamış bebekler de,
cinsel şiddetin kurbanı oluyorlar.
Ülkemizde yaşayan her kadın ve erkek, yalnız
bir kadının ya da çocuğun tecavüze uğrama olasılığını bilir. Bu bilgi, bir
bakıma ortaktır ve bu, adeta “kültürel” bir bilgidir. Acaba gerçekten de
Türkiye’de bir “tecavüz kültürü”nden söz etmek, mümkün müdür? Esasında bu
türden olayları “kültür” olarak tanımlamaya başladığımızda, hepimizin
bilincinin derinliklerine yerleşmiş duyuş-düşünüş ve davranışlar arasına bu olayları
katıp, “faili meçhulleştiriyoruz”, ‘’sıradanlaştırıyoruz’’, deyim yerindeyse
‘’meşrulaştırma’’ girişiminde bulunuyoruz.
Bir toplumda tecavüz, linç, çocuk evlilikleri,
istismar, adam öldürme gibi suçlar sık sık gerçekleşiyorsa, bu sorunlarla yüzleşmemenin, sorgulamamanın en kolay yolu
“bu zaten kültürümüzde var,” deyip geçmek oluyor. Zaten yüzleşerek çözülmesi
zor bir sorun olan tecavüz; sorgulanması, cezalandırılması, onarılması,
değiştirilmesi gerekli ve olanaklı bir durum olmaktan çıkarak normalleştirilmiş
oluyor. Ayrıca “tecavüz kültürü”
dediğimizde; tecavüzün değişime de kapalı bir durum olduğunun altını çizmiş
oluyoruz.
Tecavüz “kültür” değildir. Bu nedenle “normal” ve
değiştiril(e)mez de değildir. Tecavüz, yani rızası olmayan bir bireye yönelik
cinsel saldırı, bir suçtur… Suç olduğu için cezalandırılmalıdır, ancak toplum
bir baskı oluşturarak iktidarları, kadın ve çocukların güvenliği için, tecavüzü
olanaklı kılan koşulların kökten ortadan kaldırılmasının yollarını bulmaya
zorlamalıdır. Ancak bu yol, kadınların
sokaklardan çekilmesi değildir. Kadınların sokaklardan çekilmesini istemek ve
savunmak, tecavüzü bir kültür unsuruna dönüştürecektir. Cinsiyet
eşitsizliklerine dayalı olarak biçimlenen kadınlık ve erkeklik rolleri,
kadın-erkek ilişkileri, erkeklerin amansız, acımasız ve usta avcılar,
kadınların ise, her daim zalim avcıların önünden kaçmak zorunda olan av
hayvanları olarak konumlandırıldığı bir orman fotoğrafını parçalarıdır. Ancak
ormanda yaşamadığımızı da çok iyi biliyoruz. Tecavüz, erkeğin kendini iyi ve
tamamlanmış hissetmek amacı ile, egosunu ve erkeklik gücünü en iyi ve en kolay
gösterebileceği bir eylemdir. Bu gerçekte , erkeğin egosundan dışa vuran bir
‘’erillik bunalımı’’dır. Cinsiyet eşitliği arttıkça, azalacak bir bunalımdır.
Asıl tehlike, cinsiyet eşitsizliklerinin pekiştirilmesi ile kültüre
dönüştüğünde kadınların yaşayacaklarıdır…