Kanije HABLEMİTOĞLU 17 Haziran 2013
Orantısız
polis müdahalesinden birkaç gün önce bazı Taksim Dayanışma grubu üyelerinin
yıkımı durdurmaya çalıştığı haberlerini almıştık, ah ne kadar güzel ancak bu
iktidar varken nereye kadar durdurabilirler ki diye aklımdan geçirdim ve o gün
için hayat ben ve Türkiye’nin birçok yerinde yaşayan vatandaşlar gibi normal
akışında devam etti. Daha sonra Sırrı Süreyya Önder çok takdir ettiğim bir
şekilde devreye girdi, pasifist eylemci Kırmızılı Kadın ve diğerlerine sıkılan
gaz ile ne oluyor diye uyandık ve bir gece ansızın Gezi Parkı’nın polis
tarafından basılmasıyla 31 Mayıs’ta viral bir etkiyle tüm Türkiye sokaklara
döküldü. Polis masum insanları dövdükçe, gazladıkça binlerce insan vicdanına
kulak verdi ve ayağa kalktı. Doğrusunu isterseniz ayyaş, bilgisiz ve alakasız
denilen 90’lar nesli ayıldı bilakis akranlarıyla meydanlara çıkamadıkları
günler için suçluluk duymaya başladı. Tüm bunlar olurken iki televizyon kanalı
ve bazı muhalefet gazeteleri haricinde basın üç maymunu oynadığı için ana akım
medya kanalları önünde protestolar düzenlendi, yayın araçları yağmalandı.
Gazetecilik etiğine ve meslek onuruna sığmayacak sansür bizzat yılların
gazetecileri tarafından yapıldı. Kanalların bağlı bulunduğu yandaş holdinglere
mensup bankalar halk tarafından boykot edildi.
Meydanlarda
gördüğüm, şahit olduğum şiddetin boyutu, Başbakan’ın gözünü karartarak kana
susamış şekilde kendi gencine, vatandaşına olan nefreti hepimizde travma etkisi
yarattı. Ne evde durabildim, ne de uyuyabildim. Başbakan konuşurken annemin
hazırladığı Talcid’li suyumu, maskemi elime alarak kapıya yöneldim. Öyle ya, artık
Türk anneleri çocuklarının eline kapıdan çıkmadan ceket veya yiyecek
tutuşturmuyor, onların yerini limon ve gaza karşı solüsyonlar aldı. Gazdan
ciğerlerim çıkacak gibi oldu, yüzüm, gözüm yandı ama dönmek istemedim.
Yanımızdan geçen çöpçüler, taksiciler arkanızdayız gençler diye haykırdı. TOMA’ların
eylemcilerin üstüne tazyikli su sıkarak neredeyse şehir içinde otomobil hız
sınırında ezerek ilerlemesini, polisin kadınları yerlerde sürükleyerek
tekmelemesini, doğrudan eylemcilerin üzerine arasında bir metre bile yokken gaz
bombası atmasını, bizleri adeta böcekmişiz gibi köşeye sıkıştırmasını
unutamıyorum. Yana yakıla ağlayarak doktor yok mu diye çırpınan genç arkadaşlar
gözümün önünden gitmiyor. Ethem’in, Abdullah’ın, gözü çıkan ve ağır kafa
travmalarıyla yaralanan vatandaşlarımızın haberleri geldi, içimiz yandı,
kalbimiz kırıldı, üzüntüden hastalandık.
Eylemler
sırasında bir polisimiz de yaşamını yitirdi. Doğmamış çocuğu yok yere babasız
büyüyecek şimdi… Evet, yok yere öldü Mustafa Sarı ve bunun için de kalbimiz çok
ama çok acıdı. Verilen emir üzerine teröristleri değil özgürlüğü için direnen
eylemcileri kovalarken düştü. Sarı ve ailesi için de yas tuttu bu ülke. Polis
direnişçilere “it” dedi, umarsızca saldırdı ama meydanlarda Sarı için de
pankartlar vardı. En son gittiğim eylemde bazı polislerle konuşabilme fırsatım
oldu. Vicdanlarını tamamen susturdukları ve “biz kanunsuz emir uygulamıyoruz
gaz kullanımında bir sınır yok” diyerek kendilerini kandırdıkları izlenimlerim
arasında. Lütfen polis adına demagoji yapmayın çünkü polisin insanlık dışı
çalışma şartlarını uygulanan şiddet konusunda göz önünde bulundurmak çok güç.
Hiçbir koşul, bu sadistliği haklı çıkaramaz. Şimdi diyeceksiniz ki, sen nereden
bileceksin adam da ekmek parası derdinde sen mi vereceksin parasını? Hayır, can
ve mal güvenliğimizi emanet ettiğimiz polis köle veya sentetik robot asker
değildir. Halkı korumak için yemin eden polis, insanlık onuruyla bağdaşmayan
şekilde yerlerde yatırılarak, köpeğe mama verir gibi önlerine yemek atarak
çalıştırılmayı kabul edemez, masum halkını siz bize saldırıyorsunuz diye yaşlı,
kadın, çocuk ayırmadan bahaneyle öldüresiye dövemez, özel mülkiyete, insanlara
nişan alarak doğrudan gaz bombası, plastik kurşun sıkamaz. Emniyet-Sen’in bir
haftalık bir süre içinde altı polisin intihar ettiği açıklamasını
hatırlarsınız… Ruhları şad olsun, Türk polisini bu hale getirenlere de yazıklar
olsun. Polisin acilen kolektif bir şekilde görev bırakması gerekiyor, bunun
başka çözümü kanaatimce mevcut değildir. Normal olan davranış, suç işlendiğinde
veya tehlike anında polisi aramak idi. Artık polis çevremizdeyken kendimizi tehlikede
görüyoruz. Bir hayli merak ediyorum, görev yapan memurlara bu hiç mi
dokunmuyor? Tabi ki genelleme yapmak istemiyorum ancak mevcut durum ortada, o
zaman ne yapmamız gerekiyor? Artık taraftar Çarşı grubuna kolluk kuvvetlerinden
daha fazla güvenilmesi ve itibar edilmesi hiç mi polisimizin içine oturmuyor? Hoş,
bu ara Çarşı’ya karşı da cadı avı başlatıldı.
Vatandaş ve
polis arasındaki gerilimin doruk noktası, polisin artık suçu işleyen taraf
olması ve maalesef polisi denetleyen, işlediği suçu soruşturan ve kovuşturanın
olmamasıdır. Bu sebeple halkın yargıya, kolluk kuvvetlerine inancı iyice
zayıflıyor. İhkak-ı hak hukukumuzda yasaktır ancak halkın hakkını arayabilmek
için tüm yollarını kapatırsanız ilkel şekilde göze göz dişe diş mantığıyla
kendi hakkını doğru/yanlış yoldan arayan bir insan grubuyla karşılaşırsınız. Bu
da ülkemizin geleceği ve gelecek jenerasyonlar açısından korkunç derecede
tehlikeli.
Gezi Parkı
eylemlerinin amacının sadece çevrecilik olmadığı malum; en güzel tarafı da siyasi
bir çatı altında bulunmayışı, her yaştan ve görüşten insanı kucaklayışıdır.
Eylemlere karşı çıkan veya tarafsız bakan insanları da anlayabilmek bir derece
mümkün. Bazı provokatörlerin bu eylemden kendilerine pay çıkarmaya
çalıştıklarını, eylemlerin asıl amacını karalama çabasını da biliyoruz ancak
bunu genel halk hareketine yormak kötü niyetten başka bir şey değildir. Radikal
AKP partizanları Erdoğan’ı sevmeyi bile ibadet olarak görüyorlar bu yüzden
Erdoğan’ın hata yapabileceği fikrini reddediyorlar hatta bir teyzenin
Erdoğan’ın g…nün kılıyım diyebilecek kadar ileri gittiğini biliyoruz. Bazıları
ise salt ekonomi açısından her olayı değerlendirdiği için piyasaya olan
etkisinden memnun değil. Bazıları da aman fişlenirim iş yapamam diye çekiniyor.
Bir kısım vatandaş da sosyal medyadan haberi olmadığı, yabancı basını da takip
etmediği için yapılan zulümden habersiz, direnişçileri ana akım medyanın
yansıttığı gibi vandal ve barbar olarak görüyor. O insanlara kızmak zor,
düşüncelerinde özgürler belki vicdanları sorgulanabilir ancak eli sopalı
şekilde meydanlara dökülüp polisin yanında elinde taş bile bulunmayan hukuk,
özgürlük isteyen direnişçileri darp edenlerin sebeplerini algılayabilmek çok
zor. Hiçbir yetkileri olmadan insanlara saldırmayı, can acıtıp bundan zevk
almayı kendilerinde hak görebiliyorlar. Bir de babamı katledenlerin bu halk
hareketini gerçekleştirdiğini söyleyenler var, Allah onlara akıl fikir versin.
Demek ki halk artık ikiye ayrılmış, bu ayrımı yapan da insanlığın, hoşgörünün
varlığı ya da yokluğudur. Biz nefret etmiyoruz, biraz gözlem istiyoruz sadece,
durup düşünebilmelerini rica ediyoruz…
Herkesin
eylem yapmak için en az bir nedeni var. Peki, üniversiteyi yeni bitirmiş bir
genç kadın olarak ben neden meydanlardaydım? Hukukun görmezden gelinerek
insanların hüküm verilmeden, sonradan yerleştirildiği ortaya çıkan fabrikasyon
kanıtlarla yıllarca tutuklu kalmasını benim aklım almadı. Tutuklu gazeteci
sayısında rekortmen olmamızı yaşadığım ülkeye yakıştıramadım. Reyhanlı’da
yaşanan katliamın örtbas edilmesinden iğrendim. Toplumda Kemalistlerin
kafatasçı, din düşmanı, faşist ve elitist olduğu algısının yerleştirilmesini ve
duyulan nefretin çapının büyüklüğünü, kendi halkımdan ayrıştırılmayı artık
kaldıramadım. Atatürk’ün yaptığı devrimler ve başta kadınlar için sağladığı
özgürlükler hepimiz için vücut bulmuşken ondan nefret etmenin ve ona
saygısızlığın liberallik ve çağdaşlık ile bağdaştırılması midemi bulandırdı.
Benim atalarıma iki ayyaş denmesini kabullenemedim. İktidar başörtüsü ve din
üzerinden siyaset yaparken biz bunu reddettiğimiz için Laik“çi” olarak
yaftalandık, hâlbuki din ve vicdan özgürlüğünün ilk garantisini savunuyorduk.
Kardeşim diyerek yan yana yürüdüğümüz seçimlerine sonuna kadar saygı duyduğum
başörtülü kadınlardan nefret ediyormuşum, üst kimliğe inanıyorum diye etnik
kimliklerin varlığını ve hak ettikleri özgürlükleri göz ardı ediyormuşum gibi
görülmekten bıktım. Memur çocuğu olmama ve tüm benliğimi bu ülke uğruna ortaya
koymama rağmen iyi eğitimliyim diye sanki utanılacak bir şeymiş gibi
başkalaştırılarak muamele görmekten yoruldum. Yani anlayacağınız şu an hiçbir siyasi
partiyi desteklemesem de bir ideolojim var diye baskı görmek beni yerimden
kaldırdı. Halka inmek gibi halkı aşağılayıcı bir konsept uyduruldu. Sanki
halkın seviyesi aşağıdaymış, bizim inmemiz gerekiyormuş gibi. İşte bu yüzden
ben bu apolitik, herkesi içinde barındıran direnişle gurur duydum ve her
şekilde parçası olabilmek istedim.
Gelelim
diğer sebeplerime. Bir kadın olarak vücudum üzerinde bırakın devlet otoritesini,
ailem dâhil herhangi bir bireyin bile söz hakkı olamaz. Bu yüzden bu ülkede
cinsellik eğitimi ve kadınlara sahip oldukları seçeneklerin sunulması yerine
ertesi gün hapının reçeteli yapılmasına, kürtajın cinayetle
ilişkilendirilmesine, sezaryenin korkunç bir seçenekmiş gibi lanse edilmesine,
aile içi şiddetin sadece evlilik birliği dâhilinde algılanmasına, kadın
cinayetlerinin artmasına ve en az üç çocuk yap denmesine seyirci kalamadım. Bir
kadın olarak bana bu şekilde karışılması tabiri caizse beni çileden çıkardı.
Toplu tecavüz mağduru kız çocuğuna “tahrik etti” denildiği için kalbim öfkeyle
doldu. Bakın çok ilginçtir iktidar
partisine mensup entelektüel kadınların sayısı da oldukça fazla olmasına rağmen
seslerini çıkarmıyorlar ve bu beni utandırıyor. Partinin yaptığı mitinglerde
kadınlar hep arka planda. Küçücük kız çocuklarına “Allah korkusu olan koca
istiyoruz” pankartları verdikleri için yürüyorum. O kadınlar için de sokaktayım,
sokaktayız çünkü sesini çıkar(a)mayan kadınların da sesi olmak zorundayız. Biz
ikinci sınıf vatandaş değiliz. İşte bu yüzden direniyoruz. Kimse kusura
bakmasın, kadının yeri ne evidir ne de görevi erkek konuşurken susmaktır. Bunu
bana kimse din ve kültürle açıklayamaz çünkü elimizde evrensel ve mutlak bir
hak var: biz eşitiz. Eşcinseller, transseksüeller ve seks işçileri için de
yürüdüm. Onların maruz kaldığı nefret suçlarına karşı, onurları devamlı
incitildiği, sevginin cinsiyeti olduğu sanıldığı, toplumdan itildikleri ve iş
imkânı sağlanmadığı için de meydandaydım.
Dindarlığı ve
ahlakı bacak arasında gören Cumhuriyet öncesi Türkiye’sini kendimin de ilerde
doğacak çocuklarımın da yaşamasını istemedim. Bu yüzden Başbakan’ın kucağa
oturma lafını duyduğumda kan beynime sıçradı, aşağılandım, tiksindim. Eminim
bundan başörtülü kadınlar da bir o kadar rahatsız olmuştur. Müslümanlığın tek
din gibi dayatılması, diğer dinler ve inançlara, inançsızlığa saygısızlık
yapılması, insanların kâfir muamelesi görmesi ve özellikle Alevilere yapılan
saldırılar kanımı dondurdu. Sanatın müstehcenlik iddialarıyla kısıtlanması,
sanatçının hor görülmesi, hatta tehdit edilmesi gücüme gitti. Başbakan’ın bana
çapulcu, ayyaş ve omurgasız demesini hazmedemedim. İhaleler ile arazilerin,
enerji, yol, telekomünikasyon, vb. hizmetleri veren kurumların yandaşlara ve
yabancılara peşkeş çekilmesine yeter demek istedim.
Türkiye’nin
Başbakanının çirkin üslubuyla mahalle kavgasına adam toplar gibi istesek bir
milyon genci toplarız veya yüzde elliyi evinde zor tutuyoruz şeklinde insanları
tehdit etmesi, ayrıştırması, parkta sidik kokusu var, büyük abdestlerini
yapıyorlar demesi çok utanç vericiydi. Hele de bizi temsil etmeleri için
“sanatçı” olarak kimsenin umursamadığı Hülya Avşar ve Necati Şaşmaz’ı muhatap
kabul etmesi son derece aşağılayıcı oldu. Alkol yasası söz konusu olduğunda
Avrupa’yı parmakla gösteren Başbakan, Avrupa kendisini eleştirdiğinde onlar kim
oluyor diyerek ironik ve talihsiz bir yaklaşıma da imza attı. İki kadeh içen
insanların alkolik olduğu ancak iki kadehi içip de kendisine oy verenlerin bu
kategoriye girmediğini söylediğinde gülmekten yerlere yattık. Aynı çelişkili
yaklaşımı sosyal medya ve Twitter konusunda da halen göstermektedir. Bir yandan
Twitter için bela derken aynı anda da kendi partililerine hesap açın ve parti
icraatlarını duyurun diyebilecek kadar kafası karışmış durumdadır. Herkesin
özgürce fikirlerini ifade edebildiği, artık haberleri doğrudan alabildiğimiz bu
ortamları yasal olarak regüle etme fikri ve insanları bu sebepten gözaltına
almak Türkiye’nin geleceği açısından son derece kaygı vericidir.
Bozuk
plak gibi tekrarlanan dış mihraklar ifadesine de gülmemek işten değil. Halk
hareketini, özgürlük ve birlik arayışını bu kadar küçük görmek ne kadar
sağlıklıdır tartışılır. Bu hareket siyasi ve yurtdışı güdümlü olmadığı gibi tam
tersi iktidar ve muhalefetin siyaset ile yarattığı problemleri çözebilme ve
özgürlük sağlama amaçlıdır. Devlet otoritesinin yaptığı şiddete karşı
yürüyoruz, eylem yapıyoruz. Olaylar karşısında yapılan bir AKP mitinginde
yapılan röportajlarda bizlere kukla diyenlere, hatta hala itilaf devletlerinin
varlığından söz eden insanlara rastladık. Yazık, yaklaşık yüz yıla yakın
olaylardan geride kalma durumu söz konusu olmuş o yüzden eğitim şart kalıbını
sıklıkla tekrar etmek lazım, okumak, öğrenmek lazım.
Hizmet ve saygı sadece iktidar partisine oy
veren tabana mı müstahaktır? Bizim düşünce ve ifade hürriyetimiz, hak talep
etme imkânımız yok mudur? Demokrasiyi sadece sandıktan ibaret görebilmekteki
yanlışlığı tarif etmek, anlatabilmek gereklidir. Demokrasinin aslında
çoğunluğun hâkimiyeti anlamına gelmediği ve basının devamlı sansürlenip kontrol
altında tutulduğu polikratik bir yönetim sistemini hak etmediğimizi ifade etmek
çok önemli. Yargıya güvenin kalmadığı, hükümetin halkın taleplerini görmezden
geldiği ve haksızlığa sayısız defa maruz kalınan bir ülkede halkın protesto
etme hürriyeti zaten mevcut olduğu gibi bu davranışı da tabiidir. Hele ki
hukukun önemli süjelerinden olan avukatların yerlerde sürüklenerek, itibarları
hiçe sayılarak yaka paça gözaltına alınması suretiyle görevlerini layıkıyla
yerine getirmelerinin engellenmesi hak arama hürriyeti, hukuki dinlenilme hakkı
ve adil yargılanma haklarını tehlikeye düşmektedir. Önemli olan nokta bu
olaylardan sonra ne olacağıdır. Başbakanın seçimlerle iktidara geldiğinde halkı
peşinden sürükleme konusundaki başarısını yadsımak imkânsız ancak bu başarıyı,
arabuluculuğu neden bu olaylarda göstermediğini ve amacını sorgulamak
gereklidir. Bu direnişin sonucunda birliği bozmadan herkesin taleplerini
belirli bir oranda karşılayabilecek bir oluşuma ihtiyacımız olduğu tartışmadan
uzaktır. Vatandaşların tek tek fişlenmesi, toplumun yaşadığı bu travmalar ne
gibi sonuçlar doğuracaktır, bekleyip göreceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder