29 Kasım 2012

MERAL OKAY'A SELAM OLSUN!
 
Muhteşem Yüzyıl başladığında da benzeri tartışmalar vardı yine aynı tartışmalar ortaya çıktı, o günlerde neyin etkisini azaltmak ve tartışılmamasını sağlamak için gündeme taşınmıştı hatırlamıyorum. Ama bugün okullardaki giysi serbestisini ve Kürecik'e çıkartma yapanları örtbas ettiği gibi daha kimbilir farkedilmesi istenmeyen nelere paratoner yapıldığını tahmin edememek saflık olur. Buyrun neredeyse 2 yıl kadar önce aşağıdakileri yazmışım, bugün söylenenler çerçevesinde okuduğumda sanki dün akşam yazdım da hatırlamıyorum galiba diye düşündüm. Çünkü Türkiye gündemi insanı her zaman gel git akıllı yapmaya yetiyor.
 
14 OCAK 2011 TARİHİNDE YAZDIĞIM YAZI; ''MERAL OKAY BUNLARI DA YAZACAK MI'' Muhteşem Yüzyıl’ı izlemeye ikinci bölümle başladım. Yani koparılan o muhteşem! fırtınayı, protestoları görünce ilgimi çekti. Hele bir de 21. Yüzyılın özgürlükler ülkesi olma yolunda tam gaz yol alan Türkiye’de patriarkayı, çok eşliliği, saray hiyerarşisini, erkeğin üstünlüğünü, haremi savunan modern görünümlü Fransız okullarında eğitilmiş bir Osmanlı Hanedanı temsilcisi ile yapılan TV röportajını izleyince diziyi takip etmek zorunlu oldu.
Meral Okay’ı bir kez daha sevdim, müthiş bir senarist, mekanlar, giysiler, oyuncular vs., muhteşem yüzyıla yaraşır bir etkileyicilikte. Uzunca süre bütün bölümlerini keyifle izlediğim TUDOR’u görselliği ve kurgusu açısından aratmadığını kabul etmek gerek, hem kanalı, hem yapımcılarını, hem de emek veren herkesi, ama en çok da oyuncuları takdir etmemek mümkün değil. Aman yanlış anlaşılmasın ben bir eleştirmen falan değilim, sadece sıradan ama iyi takipçi bir sinema ve TV izleyicisi olmanın ötesinde başka bir özelliğim yok. Hele Halit ERGENÇ’in Süleyman karakteri, Hürrem’in aklı, asiliği ve dizinin içindeki aşk dokusu insanı hemen kuşatarak diziyi izlemeye teşvik ediyor. Ve insan tarih kitaplarında gördüğü Süleyman’ın Halit ERGENÇ kadar yakışıklı olup olmadığını düşünmeye başlıyor. Çünkü TUDOR’u izlerken de aynı şeyi düşünmüş ve İngiltere’nin Muhteşem Yüzyılı’na damgasını vuran Tudor Hanedanı mensuplarının tıpkı bizde olduğu gibi resmi tarih(!) anlatan kitaplardaki resimlerine bakınca fiziksel olarak pek de hoş erkekler ve kadınlar olmadıklarını gördüm. Demek ki, hem İngiltere’nin Tudoru hem de bizim Tudor’umuz fiziksel olarak güncel özellikler taşıyan güzel insanlarla çekiliyor. Ancak işin farklı ve şaşırtan tarafı İngiltere’de TUDOR için bu denli ürkütücü ve dehşet uyandıran tepkiler olmadığını da biliyorum. Kimse tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mahremiyetine girilmez demiyor, bakıyorsunuz aynı entrikalar, kardeşin kardeşi yok edişi, kadınlar arasındaki benzer mücadeleler orada da var. Ama orada ne RTÜK gibi kurumsal cezalar, ne sokak gösterileri, ne hanedan ailesi tepkileri vs. hiç duyulmadı. Oysa ne diyordu herkes Mustafa filmi vizyona girdiğinde, ‘’…Atatürk’de bir insan, ne var bunda’’ deniyordu, hatta Amerika’dan ithal politik psikologlara kişilik tahlili yaptırılarak Atatürk’ün annesine olan sevgisini üvey baba ile paylaşmak istemediği için vatanına yönelttiği gibi enteresan yorumlar yaptırılıyordu. Atatürk neredeyse akşamcı ilan ediliyordu. Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan hiç kimse sokağa dökülmedi, özgürlükçü, resmi tarih karşıtı liberaller alkış tuttu. Geçti gitti…
 
OSMANLI OLUNCA KIYAMET KOPTU
Şimdi bakıyoruz konu Osmanlı olunca kıyamet kopuyor, demek ki Türkiye’de Osmanlı için de bir resmi tarih var, bunu herkes kabul etsin. Meral Okay acaba Roksan’dan/Aleksandra’dan Hürreme dönüşen cariyenin çocuklarını saraydaki vaftiz teknesinde vaftiz ettiğini gösteren sahneleri yazabilecek mi? Ya da Şehzade Mustafa’nın nasıl öldürüldüğünü, hangi entrikaların, hangi acımasız sonu ölüm olan kadın ve erkek mücadelelerinin yapıldığını yazabilecek mi? Yoksa resmi Osmanlı tarihi ne diyorsa onu mu yazacak. Herkes bir silkelenip kendine gelse iyi olacak. Bu kadar kendine Müslümanlık da fazla… Türkiye’de Atatürk ve devrimleri, darbeler, derin devlet, faili meçhuller vs. diziler üzerinden tartışılabilecek bu özgürlük olacak, bugün bulunduğumuz yerden bakıp Osmanlı’yı konuşamayacağız. Üstelik hanedan üyeleri de tepki gösterip, Padişahlara dokunulamaz diyecekler. Ben de diyorum ki, hadi canım!..Türkiye her şeyi tartışacak, Süleyman’ı da tartışacak... Çünkü Türkiye tabularını yıkacak, ileri demokrasiye yüreyecek diye yola çıkarken bu sadece Cumhuriyetçiler ve Atatürkçüler için geçerli ise, yanlış büyük demektir. Cumhuriyet Türkiyesi’nde Atatürk’ün devrimleri; bireysel  silahlanmayı, küçük yaşta evlilikleri, Fas’tan ithal kumaları, imam nikahlı çok eşlilikleri yok etmeye ne yazık ki yetmemiştir. Herkes AB’den medet ummuş ve çaresiz bir bekleyiş başlamıştır. AB standardları için önce siyasal düzenlemelere girişilmiş, bu düzenlemelerin ucuna bucağına iliştirilen özgürlükler getireceği söylenen yapısal uyum ne hikmetse bir türlü baş örtüsü için yapılamazken alkol kullanımı için yapılabilmiştir. Ya da hukuki başka değişimleri sağlamak için yapılmış, bir yığın insan korku filmlerini aratmayacak bir dehşet dalgası ile toplumun içine bırakılmıştır. Hadi her şeyi AB standartlarına çekelim hadi, kadın haklarını, çocuk haklarını, sendikal hakları, yaşam standardını, engelli ve yaşlı haklarını, aile içi kadına yönelik şiddetle, ayrımcılıkla mücadeleyi, sağlığı, eğitimi… Bir reklamda soba yakmaya çalışan öğretmenin koşullarını sevimlileştirmemeyi, orada soba yakan öğretmene VINN götürmeyi değil, o koşulları değiştirmeyi başardığımızda; insanın insan gibi yaşamasını sağladığımızda oturup resmi tarihi içinden seçerek değil her yönü ile her dönemi ve kişisi ile tartışalım, yani çok samimi, iyi niyetli ve gerçek ilerici olalım…

24 Kasım 2012



KARŞILAŞMALAR : Kente Özgü Bir Etkileşme ve İletişim Yolu

Günlük yaşamlarımızın akışı içinde her birimiz, farkında olmadan ya da bazılarımız bilerek, yüz ifadelerimizi, duruşumuzu ve hareketlerimizi sıklıkla ya da sürekli olarak denetleriz. Hatta bu denetleme bizi öyle bir yere götürür ki, toplum içinde çeşitli amaçlarımıza ulaşmak için bunları düzenleriz. Kimi insanlar yüz ifadelerinin, duruşlarının vs. denetiminde ve başkaları ile ilişkilerini bu yolla sürdürmekte uzmandırlar.

Ben bu yazımda daha çok kontrol edilemeyen etkileşimden söz etmek istiyorum, hani o hepimizin gün içinde sürekli yaşadığı karşılaşmalarla kurulan anlık ‘’denetimli olmayan etkileşimler’’den. Erwing Goffman’ın 60lı yılların ikinci yarısında yaptığı araştırmalarını yayınladığı çalışmalarına bakınca, bu türden denetimli olmayan iletişimin ‘’karşılaşmalar’’la yaşanabildiği ve çoğunlukla kent insanına özgü olduğu anlaşılmakta. Goffman buna ‘’odaklanmamış/amaçlanmamış etkileşim’’ demektedir. Gerçekte kalabalık bir caddede, metroda, sinemada, kalabalık bir alışveriş merkezinde çok sayıda insanla bir araya geldiğimizde bu etkileşim vardır. İnsanlar başkaları ile böyle ortamlarda doğrudan konuşarak iletişim kurmasalar da kısa süreli karşılaşmalarda duruşları, yüz ifadeleri ve beden jestleri yolu ile sözel olmayan bir iletişim içinde olurlar. Bu tür odaklanmamış etkileşim daha çok bizim başkalarına nasıl görünmek istediğimizle ilgilidir, başkalarının ne söylediğine çok da dikkat etmeyiz o sırada.

Goffman, karşılaşmaları ‘’uygar kayıtsızlıklar’’ olarak adlandırıyor ve diyor ki; karşılaşmalarda eğer bireyler hiçbir biçimde diğerlerinin söylediklerine ya da yaptıklarına doğrudan dikkat etmiyorlarsa bu odaklanmamış amaçsız etkileşmedir. Yani bakarız insanlara ama görmeyiz, bir davette tek başına ayakta duran biri gibi. Karşılaşmaları çeşitlendirelim biraz; çalışma yaşamı içinde seminer, davet gibi toplantılarda yapılan ayaküstü sohbetler, yemeklerde garsonlarla ya da alışverişte satıcılarla, kasadaki görevlilerle yapılan kısa süreli konuşmaların hepsi birer karşılaşmadır. Bu karşılaşmalarda uygar kayıtsızlıklar bir kenara bırakılmalıdır, en azından kısa bir süre için. Bir de asansör karşılaşmaları  vardır ki, hiç birimiz hoşlanmayız. Tanımadığımız insanlarla asansörde olduğumuzda hep kayıtsız kalmaya özen gösteririz, genellikle asansördekilerden başka her yere havaya ya da asansörün düğmelerine bakarak abartılı bir pozla etkileşmemeye çalışırız. Karşılaşmalarda kayıtsızlığın bitirilmesinin gerektiği anlar insanların çoğu için ürkütücü ve risklidir. Çünkü karşılaşmanın niteliği ile ilgili yanlış anlaşılmaktan korkarız pek çoğumuz. Bu ana ‘’odaklanmış etkileşim’’ deniyor. İlk önce insanların gözleri karşılaşır ama çoğu insan başkalarının gözlerine bakmaktan çekinir, dolayısı ile bu tür etkileşimde bakmaktan ve söylenen sözlerden daha çok yüz ifadeleri ve beden jestleri kullanılır. Oysa gözlerin karşılaşması tek başına bir yakınlık, etkileşme ve güven göstergesidir. Göz teması bedenin hiçbir zaman yalan söylemeyen bölümünü, ruhun penceresinin açılmasını sağlar, o yüzden birbirimizin gözüne bakmak istemeyiz.  Bedenin başkaları ile etkileşimde bu en savunmasız bölümünü kullanmak istemeyişimizin nedeni aklımızdakinin anlaşılmasından korkmamızdır. Çünkü başkaları üzerinde o kısacık anda yaratmaya çalıştığımız izlenim için kullandığımız duruş, yüz ve beden jestlerini kontrol edebiliriz ama gözlerimizi kontrol edemeyiz. Gözlerimiz  karşılaştıklarımız için içtenliğimizi ya da amacımızı yansıtır.

Bütün bunları neden anlatmak istedim, uzunca bir süredir insanların hem kendilerini hem de başkalarını, yaşam(lar)ımızı ne denli kontrol etmeye çalıştığımızı/çalıştıklarını  gözlemliyorum. Ne yorucu böyle yaşamak, insanlar her gün evlerinden çıkarken dramaturjik bir biçimde sahne almaya gider gibi rol takınarak çıkıyorlar, evlerine dönünce de bir sonraki günün sahne hazırlıklarına başlayıp hangi rolü oynayacaklarına çalışıyorlar. Bir sabah uyanamayacaklarını hep unutarak… Bir kandırma ve kandırılma içinde yaşamı sürdürerek yaşadıklarını sanıyorlar. Eriştiklerini sandıkları bu kendiliklerin/benliklerin aslında iliştirilmiş olduğunu hiç düşünmeden, anlamadan… Sonra da mutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranıyorlar… Oysa biraz cesaret ve olduğun gibi görünmek; yaşamı ne basit ve keyifli yapacak, hadi bir yerden başlamak gerek… Hadi! yeter daha yorulmadınız mı?            

11 Kasım 2012


Cumhuriyet Gazetesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
 Gelişme ve Toplum Araştırmaları Merkezi(GETA)
 89.Yılında 29 Ekim 1923 Sempozyumu

Değerlendirme Paneli 6 Kasım 2012 Ankara
Kadın: Osmanlıdan Cumhuriyete-Cumhuriyetten Osmanlıya mı?

Cumhuriyet’in 89 yılı tamamlayan geçmişine ve daha öncesine bakınca elbetteki kadınların ayrı bir tarihi yoktur.

Dünya tarihine ve ulusların tarihine böylesi ayrımcı bir bakış açısı da son derece yanıltıcı olur.

Toplumların tarihi ve toplumsal düşüncenin evrimi bir bütündür.

Dolayısı ile bu noktada bir kadın erkek ayrımcılığı yapılamaz.

Ama şu da bir gerçektir ki, kimi tarihi süreçleri kavrayabilmek için kadınların bakış açıları ve yöntemleri ile zenginleşen  bu süreçlerin içindeki ‘’kadınlık durumu’’nu (genel anlamdaki insanlık durumunun dışında ve bunun yanı sıra) dikkate almakta yarar var, ben de tam olarak böyle yapacağım. Yaşadığımız Osmanlı’dan Cumhuriyete geçirdiğimiz tarihsel süreçten bazı seçilmiş kadın durumlarını aktarmaya sonunda yaşadıklarımızla içinde olduğumuz kadınlık durumunu mümkün olursa  kadın bakış açısı ile tek bir cümlede tanımlamaya çalışacağım…

Kadın bakış açısı; kimi tarihi süreçlerde daha da önem kazanır, şimdi olduğu gibi…
Öncesi, hazırlayıcı koşulları ve ilanı ile 89. Yılını son derece olaylı kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti böylesi bir tarihi süreçtir. Ki, bunu çok iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk,  Anadolu’yu kuşatan kan ve ateş içinde en ufak fırsatı değerlendirerek kadınlara hitap eder. Kadınların Halide Edip’le Kara Fatma ile Kurtuluşa katılımını teşvik eder.

Mustafa Kemal Kuruluş yıllarında aynı şeyi yapar Afet İnan’dan Sabiha Gökçen’e, üniversite kürsülerinden gökyüzüne kadın için süregidekısıtları, Cumhuriyet’in yeni getirdiği kurallar zincirini de zorlayarak kadını sosyal yaşamın içine katmak ister.
Bunun için öncülerini yüreklendirerek büyük bir özenle yol açmaya çalışır.
Atatürk’ün her yaptığını eleştirmek eğilimi de 80’lerde ortaya çıktığı söylenen ki, ben buna katılmıyorum, Türkiye Kadın Hareketi içinde yer alan bazı aktivist ve teorisyen kadınlar tarafından başlatılmıştır.

Söylem şu olmuştur; kadınlar haklarını elde etmek için mücadele etmemişler gümüş tepsi ile bu haklar onlara sunulmuştur, kadın resmi devlet ideolojisinin belirlediği ölçülerde modern bir ev kadını anne eş olmaya zorlanmıştır vs. diyerek kadın devrimi ağızlarda paramparça edilmiştir.
Oysa bugün Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapıldığı söylenen bu ‘dayatmacı jakoben kafanın kadın devrimi’ni ki bunu tırnak içinde söylüyorum mumla aratacak bir gerileme döneminden geçilmektedir, özellikle kadınlar açısından, toplumu etkileyen sosyal haklar açısından yapılanları saymıyorum bile…

Mustafa Kemal Atatürk dayatmacı kadın devrimi yapmıştır diyenlere kadınların zamanında yeterli tepkiyi göstermediğini kabul etmeliyiz.
Oysa Mustafa Kemal’in kadın devrimi bir tesadüf değildir, bu sürecin tarihsel hazırlayıcı koşullar bütünü var. Elbette ki, kadınların bu topraklardaki  çağdaşlaşma atılımları Cumhuriyetle başlamadı. Bunu Tanzimata kadar götürmek mümkün ve doğrusu da bu zaten…
Çünkü Cumhuriyet Türkiyesi kadınıyla erkeği ile Tanzimat’ın çizdiği yörüngede çağı yakalamaya çalışmıştır. Osmanlı’da kadının özellikle II. Meşrutiyet’le birlikte sorunlarını dile getirme ve çözmede önemli mücadeleleri var. Meşrutiyet yılları Osmanlı’da çok canlı yaşanmış kadınlar açısından, kadınlar bulundukları eşitsiz ve yasaklı konumdan sadece yakınmakla kalmamış bu dönemde örgütlü çalışmalar yapmışlardır;

Osmanlı Türk Hanımları Esirgeme Derneği,
Asri Kadın Cemiyeti,
Mamulat-ı Dahiliye İstihlakı Kadınlar Cemiyeti Hayriyesi,
Kırmızı Beyaz Kulübü,
Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti gibi…
Ayrıca dönemin kadın dergileri var, okuma-yazma oranının çok düşük olduğu bu dönemde dergilere talep var, 3bin baskı yapan dergiler var…
Terakki,
Hanımlara Mahsus Gazete,
İnsaniyet,
Şükufezar,
Alem-i Nisvan ve başkaları…

Bu dergiler ve örgütlenmelere bakıldığında kadınların sorunlarını daha önceleri erkeklerin yazdığını biliyoruz, özellikle Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi çeşitli saiyasal akımlarda kadın konusu hep önemli olmuş. Kadının ne giyeceği, nasıl ve ne kadar eğitim alacağı , nasıl yaşaması gerektiği erkekler tarafından belirlenmeye çalışılmış.
Kadınlara yönelik ilk dergileri çıkaranlar daha çok Batıcılık akımı içinde yer alan erkekler.
Amaçları kadının toplumdaki yerini değiştirerek erkeğin de bundan gelişme göstermesini sağlamak. Ancak kadınlar yayın yapmaya başladıktan sonra durum farklılaşıyor.
Hatta erkeklerin kadın dergilerine yazılar görndermeleri üzerine de diyorlar ki, ‘’bize yardımcı olmak istiyorsanız yazılarınızı erkek dergilerinde yayınlayın, o vakit bizim davamız için hayırlı bir iş yapmış olursunuz…’’

Kadınlar Dünyası dergisinin başında şöyle yazıyor; ‘’Hukukumuz eşit olarak tanınmadıkça bizim sayfalarımızda erkeklere yer yok… ‘’ Dönemin kadınlarının esas mücadelesi
Önce aile içindeki roller, karı koca ne demek evlenme nasıl olmalıdır, Lise ve üniversite eğitimi alma taleplerini dile getiriyorlar, Çalışmak için mücadeleleri var. Kendi aralarında para toplayarak dokuma tezgahları, terzihaneler açıyorlşar.

İlk kez bir kamu kuruluşunda çalışma mücadelesi veriyorlar. Müslüman kadınların çalışamayacağı gerekçe gösterilse de 7 kadın Telefon idaresinde çalışmaya başlıyor.
Kadınların cesur olmadıkları inancını yıkmak için  Belkıs Şevket  üstü açık tek motorlu  tayyare ile İstanbul üzerinde uçuyor.  Bu sadece Osmanlı toplumunda değil  tüm Müslüman dünyada yankı buluyor. Az önce söyledim dernek çalışmaları var…Balkan Savaşları sırasında yersiz güvencesiz kalan kadınlara yemek ve barınma sağlanıyor. Mesleki eğitim verilerek kadınların terzilik yapmaları sağlanıyor. Bugün hala çok sayıda insandan duyduğumuz şu sözler o dönemde dile getiriliyor. Kadınlar da akıllıdır… kadınlar bunca geçen zaman rağmen bu –da ekinden bir türlü kurtulamadılar.  

Kadınların siyasi hakları konusunda çalışmaları…
1908’de Meclis-i Mebusan toplantılarını dinleme talepleri var. Ve diyorlar ki, ‘’bizi içeriye almazsanız biz de Batılı kadınlar gibi gösteriler yapacağız…’’
Hatta 1913’te kurulan Osmanlı Müdaafa-i Hukuk-u Nisvan (Kadın) Cemiyeti’nin kuruluş programında ‘’şu an için siyasal hak istemek ana hedefimiz değildir. Öncelikle toplumsal yaşamda dönüşümü gerçekleştirmek ana hedefimizdir, bu demek değildir ki siyaseti istemiyoruz zamanı gelince onu da isteyeceğiz…’’ demişlerdir.Cumhuriyet ilan edildiğinde kadınlar artık ne Osmanlı’daki gibi haklarına yönelik bir mücadelenin başlangıcında ne de zorlu savaş yıllarında olduğu gibi ülke savunmasındaydılar.

15 Haziran 1923 tarihli Süs dergisinde Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulduğu haberi veriliyordu.
Ancak Partinin yasal geçerlik kazanması için vilayetten izin alması gereknekteydi. Valiliğin yanıtı 6ay sonra geldi. Siyasal haklarını elde etmemiş kadınlara parti kurma izni verilmemişti.
5 Şubat 1924’te Kadınlar Birliği adıyla yeni bir dernek kuruldu, derneğin programından siyasi içerikler çıkarılmıştı, ancak bu kadınların mücadelesini engellemedi.

Kadınlar Birliği’nin kurucularından Nezihe Muhittin kadınların siyaset, hak ve mözgürlük mücadelesinin devam ettiğini herkese duyurdu. Hatta 20 Temmuz 1927 tarihli İstanbul Gazetesi’nde ‘’biz seçim hakkımızı  elde etmeye dayalı  idealimizden vaz geçmiş değiliz, zira bundan vazgeçersek derneğimizin hiçbir varoluş nedeni kalmaz. Davamızın zaferi için ölünceye kadar çalışacağız. Bizim yaşamımız buna yetmez ise, hiç olmazsa bizden sonra gelenler için ortalığı temizlemiş oluruz…’’ diyordu. Tabii kadınlar adına bu kadar açık ve yürekli bir mücadeleyi deklare eden kadınların mücadelesinin güçlenmesini beklemenin her dönemde saflık olduğunu anlamak gerek.

17 Şubat 1926 Medeni Yasa’nın kabulü ve aynı yıl Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde 14 Ekim 1926 tarihinde ilk medeni nikah kıyıldı. Kadınlar 1934 yılında siyaset yapmaya hak kazandıktan sonra 1935’te Kadınlar Birliği kendini fesh etti.

Gerçekten mücadele edilecek hiçbir konu kalmamış mıydı…
1934’te kadınların seçme ve seçilme hakkı yasallaştıktan sonra basında, örneğin Cumhuriyet Gazetesi’nde kadınların bütün haklarını elde ettikleri vekil olabildikleri, ayrı bir kadın örgütlenmesine gerek kalmadığı yönünde yazılar yayınlanmaya ‘’.. artık bu birliği kapatalım mı? ‘’ şeklinde yönlendirici yazılar yayınlandı. Kaldı ki, bu dönemde sadece Kadınlar Birliği değil diğer dernekler de kapatıldı. Kapatılan derneklerin Halkevleri  çatısı altında çalışabilecekleri  söylenir ve 1935’te Kadınlar Birliği kendini fesh eder. Savaş sonrası erkekler eve döndüğünde dışarıda çalışan kadınların eve dönmesi  teşvik edilir. Dönemin kadın dergilerinin adı birden değişir;
Ev Kadını, Ev Hayatı, Ev İşi ama buradaki mantığı da anlamak gerekmektedir yeni Cumhuriyetin sosyal yaşamının aile yaşamının inşaa edilmesine ihtiyaç vardır.

60’lar da ve 80’lerde kadınlar hep siyasetin içinde olmaya çalıştılar. Hatta 80’lerdeve 90’larda  BM kadın 10yılları ile yaşanan küresel süreçte Türkiye’de çok sayıda kadın derneği bir kadın hareketlenmesi ile önemli çalışmalara imza attılar. Bunların çoğu uluslararası sözleşmelerin altına imza koyan bir ülke olmamızdan ve bunun hükümetler üzerindeki bağlayıcı niteliğinden kaynaklandı, ancak kadınların hakları için mücadeleleri hiç nitelik değiştirmeden bugüne kadar sürdü.

80 darbesi kadınların da mücadelesine de  zarar verdi.
80’lerin 2. Yarısında özellikle kadına yönelik şiddet ve siyasete katılma Medeni Yasa’da kadını güçlendirecek yasaların düzenlenmesine yönelik mücadele öne çıktı.
Günümüzde Radikal Feministler, Sosyalist Feministler, İslamcı Feministler, Kemalist Feministler gibi bir çok parçalılık var. Kadınlar birbirini kadından saymaz hale geldiler bir anlamda özellikle siyasette ciddi zihinsel erkekleşme ve erkeklerin benimsediği yöntemlerle siyaset yapmayı benimsediklerini görüyoruz. Toplumun tümünü kuşatması sağlanan ayrışmışlık durumu kadınlar arasında da var. Cumhuriyetin 89. Yılında Meşrutiyet döneminin ve Cumhuriyetin başlangıç yıllarının gerisine mi düştü diye de düşünmüyor değilim.

Hala kadınların giyimi tartışılıyor
Hala kadınların kaç çocuk doğurması gerektiğine erkekler karar veriyor
Hatta çocuk doğurup doğurmayacağına
Hala kadın yöneticiler tüm yönetim kademelerinde eşit temsil edilemiyorlar mecliste nüfusun yarsısını oluşturan kadınların oranı ilk defa son seçimlerde ilk seçimlerdeki %4ten  %14e ulaştı.
Kadın Belediye Başkanı yok, Vali yok.
Müsteşar, Bakan, Yargının başı kadın yok.
Kadın dövülüyor, öldürülüyor, korunmuyor,çalışması çok güç annelik koşullarına ilişkin iyileştirmeler hep ağırdan alınıyor.
Eğitimde sağlıkta eşit değil.

Ama bir konuda çok önde kadın imgesinden her yerde yararlanan bir zihniyet var.
Yani kadının mücadelesi bugün geçmişten çok daha güç koşullarda sürüyor sürdürülmeye çalışılıyor. Osmanlı’dan 89 yıl sonra hepimizi sevindirmesi gereken tek şey kadın haklarına ilişkin ciddi bir farkındalık var. Mücadeleye hazır bir kadın potansiyeli ve düşünsel alt yapı var.
Tek eksiklik erkek desteği; karar mekanizmalarında kadının görünürlüğü için erkeği razı etmek zorunda olduğumuz uzun bir yoldan gelip yine uzun bir yolda olduğumuzu da söylemek istiyorum.

Teşekkürler ve saygıyla…