Giriş
Son yıllarda ‘’sosyal kapital’’ kavramı, sosyal bilimler içinde geniş ve zaman zaman sosyal bilimcileri bile şaşırtan boyutlarda ilgi çekerek temel bir çalışma odağı olmuş, kuramsal ve deneysel çalışmalarda öne çıkmıştır. Oysa sosyal kapital, kavram olarak yeni olmadığı gibi, toplumların güven, işbirliği, karşılıklı bağımlılık gibi var olan sosyal değerlerinin sosyal kapital adıyla yeniden bir sunumundan başka bir şey değildir. Kavramın yeni olan tarafı, toplumların ekonomik ve sosyal kalkınmasında, refahın artırılmasında dikkate alınması gerektiğinin anlaşılması ve bunun bilimsel bir araç olarak kullanılmasıdır[1]. Ne olmuştur da var olan ve bilinen bu değerler hem toplumun hem de sosyal bilimlerin gündeminde sosyal kapital olarak ilk sıraya yerleşmiştir. Günümüzün dünyasında giderek yalnızlaşan birey, yaşamda tek başına mücadeleye terk edilmiştir[2].
Bireyselleşmiş toplumun güçlü bağları ve dayanışma ile sürdürülen bir yaşamı yoktur. Yerini esnek bağlar, farklılaşmış ve birbirine benzemeyen bencilleşmiş bir topluluk yaşamı almıştır. Bunlar çoğu zaman sosyal bilimlerde uzunca bir süre eleştirel yaklaşımın radikal örnekleri olarak kabul edilmiştir. Bir gazeteye verdiği röportajında Margaret Thatcher’ın şu sözleri aslında bu anlamda çarpıcıdır.
“…bence çoğu kişinin bir sorunla karşılaştığında hükümetin bunu çözmesi gerektiğini düşündüğü bir devirdeyiz. –Bir sorunum var, yardım almalıyım- Evsizim, hükümet bana ev versin- diyerek kişisel sorunlarını topluma mal ediyorlar. Ve biliyor musunuz, toplum diye bir şey yoktur. Bireyler olarak erkekler kadınlar ve aileler vardır. Ve hiçbir hükümet, bireyler kanalıyla olmaksızın hiçbir şey yapamaz, insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır…”
Thatcher’ın 10 Temmuz 1988 tarihinde Sunday Times’a verdiği röportajdaki bu sözleri sosyal devletin sonuna işaret ederken, küresel siyasetin yeni dönemini, yenidünya düzenini de tanımlamaktaydı. Devlet ve birey arasındaki ilişkinin olması gereken biçimine dair yeni bir felsefenin de ilamıydı. Ancak bu felsefe ile inşa edilmeye çalışılan toplumsal yapı bugün ürettiği sorunlarla tüm insanlığı tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Artan suç oranları ve şiddet, toplumsal değerlerdeki bozulma, ekonomik ve siyasi krizler, artan terörle güvenlik endişeleri, yoksulluk ve refah devleti ayrışması ile yaratılan huzursuzluklar ve duyarsızlık toplumları giderek derinleşen [1]Feray Erselcan, (2009). ‘’Disiplinlerarası Ortak Bir Çalışma Alanı Olarak Sosyal Sermaye’’. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.35, S.2, s. 248.
[2] Zygmunt Bauman, (2005). Bireyselleşmiş Toplum. Çev: Yavuz Alogan. İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.15.
çeşitli uygulamalarla sosyal ve uluslararası politikalara dönüştürülmüştür[1]. Yoksulluğun azaltılmasına ilişkin sosyal politikalar bunlar arasında ilk sırada yer almaktadır.
Sosyal Kapital ve Yoksulluk
Son yıllarda yararlılığı/varlığı çeşitli tartışmalara konu olan ve ciddi eleştirilere maruz kalan Birleşmiş Milletler ile çeşitli organizasyonlarının sosyal kapitalin yoksulluğun azaltılmasında etkin bir araç olacağına dair duydukları heyecan ve heves, sosyal kapital kavramını gündemlerine almalarına neden olmuştur. Hatta Dünya Bankası pek çok kriz yaşanan ülkede sosyal kapital kavramına sosyal riski azaltma projesi olarak bel bağlamıştır[2].
Genel olarak yoksulluk, ‘’yeterli bir yaşam standardına ve yaşam kalitesine ulaşma ve sivil, kültürel, ekonomik, siyasal ve sosyal haklar da dahil olmak üzere temel ihtiyaçların karşılanması hakkından yararlanmak için gerekli kaynaklardan, seçeneklerden, güvenlikten, yapabilme yeteneğinden ve güçten sürekli ya da kronik olarak yoksun olmakla belirlenen bir insanlık hali’’ olarak tanımlanmaktadır[3]. Yoksulluk temel insan ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli mal ve hizmetlerden yoksun olmaya dayalı bir durum olmakla beraber, insan haklarının yaşamı sürdürmekle ilgili bütün unsurlarının eksikliği, yetersizliği ya da yok(sun)luğuna da dayanmaktadır. Yoksulluk, temel bir gelirden yoksun olmadır ve bununla birlikte insanca yaşamak için gerekli tüm insani gereksinimleri karşılayamamaktır. Küreselleşme ve liberalleşme yoksulluğu azaltmadığı gibi çok yönlü ve çok boyutlu bir yapı ile derinleştirmiş ve çeşitlendirmiştir. Çocuk yoksulluğu, kadın yoksulluğu, çalışan yoksullar, kırsal yoksulluk gibi farklı yoksulluk biçimleri ortaya çıkmıştır.
Dünya Bankası bu tanımların ve yoksulluk çeşitlerinin dışında yoksulluğu ekonomik olarak tanımlamaktadır. Bu doğrultuda gelir harcamalarını kapsayan günde 1 dolar 2 dolar gibi ölçümlerle, sağlık ve eğitim harcamaları da dâhil edilerek yapılan ölçümler ülkelerin farklı yoksulluk boyutlarının ortaya konmasını kolaylaştırır[4].
[1] Mehmet Ali Aydemir,(2011). Sosyal Sermaye: Topluluk Duygusu ve Sosyal Sermaye Araştırması. s. 3.
[2] Else Øyen, (2000). ‘’Social Capital Formation as a Poverty Reducing Strategy ?’’, UNESCO/MOST and CROP Seminar Paper, Geneva, June 28, pg. 12.
[3] Sanjeev Prakash, (2000). ‘’Social Capital and Rural Poor: What Can Civil Actors and Policies Do?’’, UNESCO/MOST and CROP Seminar Paper, Geneva, June 28, pg. 45.
[4] Asuman Altay, (2007). ‘’Bir Kamu Malı Olarak Sosyal Sermaye ve Yoksulluk İlişkisi’’, Ege Akademik Bakış, C.7, S.1, s. 349.
Örneğin; benzeri bir ölçümle 2010 yılının sonunda merkezi Londra’da bulunan uluslararası düşünce kuruluşu Legatum Enstitüsü tarafından yapılan ve 110 ülkenin yer aldığı refah listesinde Türkiye’nin 80’inci sırada olduğu belirlenmiştir. Ekonomi, fırsat eşitliği, girişimcilik, yönetim, eğitim, sağlık, kişisel ve ulusal güvenlik, kişisel özgürlük ve sosyal kapital kriterlerini dikkate alarak hazırlanan listede Türkiye’nin en iyi yerinin 51’inci sıra ile yönetim ve devlet kurumlarına duyulan güven kategorisinde olduğu, yargıya güven sıralamasında 23’üncü, orduya güven sıralamasında 29’uncu sırada yer aldığı saptanmıştır. Kişisel ve ulusal güvenlik açısından 83’üncü sırada olan Türkiye’nin en kötü derecesi refahın en önemli bileşeni olarak görülen sosyal kapital düzeyinde belirlenmiş ve 108’inci sırada yer almıştır[1]. Dünya Bankası’nın ‘’Yoksulluğun Azaltılması ve Ekonomik Yönetim Ağı (Poverty Reduction and Economic Management Network-PRMVP) başlıklı yoksulluk çalışmalarında, yoksulluk yaşanan ülkelerde ekonomik, politik ve sosyo-kültürel çevrelerin ve koşulların farklılık gösterdiği açıklanmaktadır. Ülkelerin büyüme potansiyelleri ile yoksulluk düzey ve kültürlerinin farklı olması nedeni ile tek tip bir yoksullukla mücadele stratejisinin benimsenmesinin anlamsızlığına da dikkat çekilmektedir[2]. Bilindiği gibi çok sayıda resmi ve resmi olmayan uluslararası kuruluş tarafından yoksul ülkeler için yardım programları ve paketleri hazırlanmakta ve uygulanmaktadır.
Ancak bu yardımların zaman zaman etkin olmadığı, yardımların çoğunlukla ihtiyaç sahibi ve muhtaç olanlara kimi zaman yolsuzluklar kimi zamanda Somali örneğinde olduğu gibi ülkelerin iç karışıklıkları nedeni ile ulaşamadığı, ulaşsa bile yapılan yiyecek ve giyecek yardımlarının öncelikle temiz suya, sağlık ve eğitim hizmetlerine erişmeyi sağlamada bir değer taşımadığı, salt yaşamda kalma mücadelesini desteklediği de bilinmektedir.
Oysa insanların bulaşıcı ve kronik hastalıklardan, baskı, ayrımcılık, çatışma ve şiddetten korunmaları, dinlenme, çalışma gibi yaşamsal haklara erişmelerini sağlayabilecek yardımlara ve yoksulluğu azaltma stratejilerine ihtiyaç duyulmaktadır. Şüphesiz bütün yoksul ülkeleri aynı kategoride irdelemek uygun olmamakla beraber, yoksulların içinde bulundukları durumun çok boyutlu değerlendirmeleri de yapılmalıdır. Yoksulluğun ekonomik boyutlarının yanında sosyal, fiziksel ve psiko-sosyal boyutları da dikkate alınmalıdır. Bunlara son yıllarda ‘’güvenlik boyutu’’ da eklenmektedir. Örneğin, yoksulluğun psikolojik boyutlarının analizi, yoksullara yapılacak ekonomik yardımların etkinliğini belirlemede yardımcı olmaktadır. Yoksul bireylerin eğitimsizlikleri ve çeşitli yoksunlukları çoğu zaman utangaç, mahçup, sessiz ya da tersine kaba, saldırgan davranmalarına ve her durumda toplumdan dışlanmalarına neden olmaktadır. Yoksul [1] Anon, (2010). Türkiye Yoksullukta Kaçıncı Sırada? http://www.sagduyuhaber.com/yazdir.asp?ID=1424 (Erişim Tarihi: 15.8.2011).
bireylerin genellikle işsizlikle birlikte düzensiz gelirleri ekonomik krizlerle başa çıkmalarını olanaksız kılmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde gelişen ekonomi ile çeşitlenen fırsatlardan ve büyümeden zengin kesimler gibi yararlanmaları mümkün olmadığından sosyal dışlanmışlığın yarattığı gerginlik ve huzursuzlukla yaşamlarını sürdürmektedirler. Uyuşturucu, alkol, suça karışma, şiddet gibi eğilimlerin fazla oluşu güvensizlik ve çaresizliği artırmaktadır. Bu durumda yoksul bireyler için güvensizliği pekiştiren bir diğer unsur da, devlet kurumlarının işleyişi ile sunulan mal ve hizmetlerin niteliği ve sunuluş şekillerinin yolsuzluk mekanizması ile gerçekleştiği kaygısıdır
[1]. Bu durum büyük kentlerde kendini gösteren bir yoksulluk biçiminin ortaya çıkışına katkıda bulunmuştur.
Metropollere ve büyük kentlere göç eden geliri düşük kesimlerin yaşam alanı olarak seçtikleri “kenar mekânlar” ın zaman içinde son 5-6 yıllık süreçte yerel yönetimler eli ile “kentsel dönüşüm alanları” na evrilmesi sonucunda “kent yoksulluğu” na zorunlu olarak bu alanlardan ayrılanlar tarafından oluşturulan yeni bir alt boyut daha eklemiştir. Özellikle kentsel dönüşümün zorlaması ile ortaya çıkan bu yeni kenar mekânlardaki yoksulluk hız kazanmakta ve yerleşik hale gelerek kendi kendini üreten bir kültür şeklini almaktadır. Küreselleşme öncesinde kente gelerek kenarda yaşayan nüfusun oluşturduğu yoksulların iş bulup çalışarak, para biriktirerek ya da imara açılan arsasından daire sahibi olarak zengin olma umutları varken, bugünün yoksulluk olgusu bu açıdan beklentileri karşılayacak yapıda değildir. Çünkü kaybedilen sosyal değerlerin, normların, uyum sağlamaya çalışılan yaşam biçiminin, ortak yaşamla ilgili kuralların ve kaybedilen güvenin yeniden inşa edilmesi gerekmektedir
Sosyal kapital bu noktada kapitalin diğer çeşitleri (ekonomik, insani, kültürel) gibi bir kaynaktır. Ancak aktive edilmesi ve yaratılması için en az iki insana ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle sosyal kapitalin artması ya da azalması için sosyal kapitali oluşturan aktörler arasındaki ilişkilerin doğası etkilidir. Çünkü sosyal kapitalin çoğalma ya da azalması kendi değeri ile gerçekleşmez.
Ronald Burt, bu durumu Robinson Crusoe ekonomisi olarak adlandırır
[3]. Sosyal kapitalin işlerliği için Cuma’nın bulunması gerekmektedir. Burt tarafından yapılan bu metaforik analiz, toplumsal yapının sunduğu olanaklar ve insanı kuşatan
[1] Deepa Narayan and Michael Woolcock, (1999a). Social Capital: Implications For Development Theory, Research and Policy. World Bank Research Obsever, Vol. 15, No. 2, pgs.15-17.
[3] Robert Burt, (2005). Borkerage and Closure: An Introduction to Social Capital. Oxford University Press, New York, pg. 9.
kolaylaştırmakta, sosyal kapital ve ekonomik verimlilik arasındaki güçlü ilişkiyi belirginleştirmektedir. Burt’e göre, piyasa üç çeşit kapitale sahne olmaktadır. Ekonomik kapital banka hesabı ya da kredi gibi paraya dayalı iken zekâ, yetenek, enerji, bilgi ve deneyime dayalı olan insani kapital ve bireylerin bunları kullanmaları sırasında kurdukları ilişkilere dayanan sosyal kapital vardır. Sosyal kapitali diğerlerinden ayıran en önemli özellik, bireyin içinde olduğu sosyal ağları (kapitali) etkin kullanarak hem materyal hem de insani kaynaklara kolayca erişebilmesine olanak sağlamasıdır.
Bu nedenle yoksulluğun azaltılmasında küresel toplumun “ben” anlayışının yerini yeniden “biz” duygusuna bırakmasında önemli bir stratejik kaynak olarak görünmektedir.
Sosyal Kapital: Şu Bizim ‘’Hayat Paylaşınca Güzel’’ Söylemi İle Açıklanabilir mi?
Toplum olma, bir arada yaşama ontolojik (varoluşsal) bir durumdur. Sosyal kapital bir anlamda bunun kuramsallaşmış halidir. Ancak son yıllarda her derde deva bir reçete olarak her şeyin çözümü gibi sunulmaktadır. Oysa ne arz-talep esasına dayanan ekonomik kapital gibi, ne de bireysel yetenek ve eğitime dayalı bilgi ve donanım gibi değil, sosyal kapital bunlar arasında en az elle tutulur olanı ya da aslında hiç nesnelleştirilemeyenidir belki de…
Bugünün, çağımızın insanları birbirine güveniyor mu? Toplumu oluşturan bireyler eş, dost, komşu dışındaki başkaları ile de yan yana gelerek ortak bir amaç için çalışabiliyorlar mı? Ya da hiç tanımadıkları insanlara yardım edip, onlar için emek harcıyorlar mı? sorularının yanıtları sosyal kapitalin paylaşılan ve paylaşılması ile birey, toplum ve kurum adına yarar getirmesi beklenen bir kapital olmasında saklı deniyor.
Yani insan paylaştıkça mutlu mu oluyor? Ya da insanın paylaşması kendisinden başka kim(ler)i mutlu ediyor? Ekonomik kapitali oluşturan paranın saklandığı banka hesaplarını paylaşmak istemeyen insanın, sosyal kapital yolu ile düşünce, duygu, emek, vb. kaynaklarını paylaşmaktan mı söz ediliyor? Öyleyse bunun yararı ne olacaktır?
Bu noktada ulus-devleti eleştirenler, sosyal kapitalin bugünkü kadar dikkati çekmeyişine de açıklama getirerek, toplumdaki farklı kimliklerin varoluşundaki “sosyolojik tutkal”ın aslında üst kimliğin değil de kimlik tartışmalarından çok daha üst bir bakışla “daha iyi hayatlar” düşüncesi olduğuna ve bunun da sosyal politikalara zemin
[1] Faith Innerarity, (2000). ‘’Social Capital Formation in Poverty Reduction: Which Role for Civil Society Organizations and The State’’, UNESCO/MOST and CROP Seminar Paper, Geneva, June 28, pg. 63.
Asuman Altay, (2007). ‘’Bir Kamu Malı Olarak Sosyal Sermaye ve Yoksulluk İlişkisi’’,s.350
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder