Çocukluk
hem evrensel hem de kültürlere özgü bir deneyim olarak, her toplumun varlığını
sürdürebilmesi için en önemli değerdir. Bu nedenle her toplum; kültür, farklı yaklaşımlar
ve kendine özgü yöntemlerle bu değeri koruma, varlığını sürdürme noktasında
birleşir. Çünkü biyolojik açıdan herhangi bir kültürün kendisini yeniden üretme
gereksinimi vardır. Bebekliğin aksine çocukluk biyolojik bir kategori değil,
günümüzde toplumsal bir tasarım ya da daha ileri bir ifade ile artık bir
projedir. Ancak bilinen tüm toplumsal olgular gibi çocukluğun da süregelen
varlığı değişmez ya da başka bir deyişle yok edilemez değildir. Adına
küreselleşme denilen bu çağda çocukluk bir olgu ya da düşünsel boyut olarak
hızla ve ürkütücü bir biçimde yok olmakta, yerini yeniden inşa edilen ama artık
bildik çocukluk tanımının dışına çıkan bir yapı almaktadır. Çocukluk ile
yetişkin olma arasındaki ayıran o belirleyici çizgi silikleşmiştir. Günümüzde
dünyada ve Türkiye’de çocukluk, çocukların gerçekliğine ilişkin yaşananlar,
öylesine birbirine benzer hale geldi ki, insanlık bunu çözme noktasında
çaresizce olup biteni sadece izlemekte (Fass, 2003).
Çocukluğa ilişkin üzerinde uzlaşılan tek yaklaşım;
küreselleşmenin çocukluk çağını kültürlerin içinden çıkararak daha çok
evrensel bir deneyime dönüştürmesidir. Oysa çocukluğun kültürlere özgü olduğu
unutulduğunda, çocukluğun çeşitliliği ve renkliliği kaybolmaktadır. Öte yandan
sadece kültürel aidiyet biçimlerini mutlaklaştırmak ise, çocukların küresel
düzeyde yaşadıkları kimi sorunların gözden kaçmasına neden olmaktadır. Buradaki
denge çocuklardan yana önemlidir. Ancak günümüzde bu denge yok olmakla kalmamış
çocukluk kapitalist sermayenin yayılma aracına dönüşmüştür. Çünkü toplumsal dönüşüm çocukluğu da içine alarak
gerçekleşmektedir. Bu tartışmanın özü aslında, yaşamdaki dönüşümün çocukları
yaşamını daha kırılgan ve savunmasız bir hale getirmesidir (Potsman, 1995;
Smith, 2002).
Çocukluğun dünyada yaşanma biçimlerini, çocuklara ilişkin
verileri ve haklarının bilincinde olan çocuk özneyi merkeze almayan, çocukluğu
kontrol etmeye çalışan devletler; dünyada özgün çocukluk hallerini sistematik
bir biçimde değiştirmekte,
kültürlerarası farkındalığı yok etmekte ve toplumların yaşanan
sorunları çözme becerilerini tahrip
ederek dünya çocukluğunun farklı etkiler tarafından yeniden yapılandırılmasına
aracılık etmektedirler. Çocuklara yönelik bireysel ve kurumsal etkilerin
kapsamının anlaşılması için bilim insanları, araştırmacılar, felsefe ve
edebiyatçılar çaba gösterirken; çalışmalar betimleyici boyuttan öteye geçememektedir.
Oysa küreselleşmenin ve teknoloji çağının verileri üzerinden yorumlar yaparak
günümüz çocukluğunun panoramasını çıkarmak sorunları çözmeye yönelik adımların
yönünü ve içeriğini belirleyecektir (Smith, 2000).
Bu noktada farklı bir bakış açısına duyduğumuz ihtiyacı
görmenin yanısıra Cumhuriyet tarihimizin yenileşme çabaları içinde Dr. Fuat
Umay’ın katkılarını anlamak gerekmektedir. Sabiha Sertel’in Rman Gibi isimli Anılar’ında Dr. Fuat Umay’a
rastlarsınız. Dr. Fuat Umay’ın Ankara Hükümeti’nin görevlendirmesiyle ABD’ye
yaptığı ziyaretten bahsettiği satırlardan yola çıkılırsa; Umay’ın
çalışmalarının ne denli önemli olduğu anlaşılmaktadır. Çocuk haklarının
geliştirilmesi ve çocukların korunmasına yönelik yaygın kamu hizmeti
oluşturmaya ilişkin girişimleri bugünki düzenlemelerin de temelini
oluşturmuştur.
Himaye_i Etfal Cemiyeti’nin genel sekreterliği görevini
yürüten Dr. Fuat Umay’ın Türkiye’de savaş yıllarının yarattığı yıkımdan geriye
kalan yetim ve/veya öksüz çocukların sosyo-ekonomik koşullarına yönelik ilgisi
ile Cumhuriyetin duyarlılıkları ivme kazanmıştır. Dr Fuat Umay, Kurtuluş Savaşı
ile birlikte Türkiye’nin yönetimini üstlenen erdemli ve yetenekli Kemalist
kadroda yer alıyordu. Savaş bitmiş, özellikle Ege Bölgesi yanmış, yıkılmış,
insanlar yok edilmiş ve Türkiye savaş sonrasının bitmez tükenmez sorunları
arasında büyük bir trajedi ile karşılaşmıştır. Yüzbinlerce kimsesiz çocuk,
yetimler… O dönemdeki Himaye-i Etfal Derneği’nin (sonraki Çocuk Esirgeme
Kurumu’nun) yükümlülüğündeki bu soruna acil olarak çare bulunması gerekiyorken
tahrip olan ekonomide böyle bir kaynak olamayışı vahim bir çaresizlik
yaratmıştır (Umay 2003). Türk mitolojisinde çocukların koruyucu ruhu ‘Umay’a
atıfla Atatürk tarafından kendisine uygun bulunan soyadının Dr. Fuat Bey bu
koşullar altında hakkını fazlası ile vermiştir. Aynı koruyucu ruhla bugünün
çocuklarının yaşadığı trajediyi de görmek, anlamak ve ivedilikle hareket etmek
zorundayız. Neden mi? Çünkü bugün ‘’çocukluluk yeniden şekillendirilmekte ve
tek tipleştirilmekte’’dir.
Günümüzün çocukluk yaşamı üç farklı görünümle
sürdürülmektedir. Bunlardan ilki; çocukların birer tüketiciye ya da küresel sermayenin kurbanlarına dönüşmeleri, ikincisi; ideolojileri ve bilgiyi
iletilmek istenilen doğrultuda birer uygulayıcı/
yorumlayıcıya dönüşmeleri, sonuncusu
ise, küreselleşmenin katılımcı aktörleri haline
gelmeleridir. Bu görünümler kendi içinde birbirini etkileyerek ve güdüleyerek
çocukluğun yapısını değiştirmektedir. Çocukluk günümüzde, modern tüketim
kültürünün gönüllü tüketicileri olabilmeleri için şimdiden, reklam
şirketlerinden tutun da, film senaryolarına ve bütün popüler kültür ürünlerine
varıncaya kadar tutsak edilmiş bir olgu. Zamane çocukları ise, çocuk olma
hakları ellerinden alınmış çocuklar. Kısaca günümüz çocukları “Postmodern
Çocuklar” olarak tanımlanıyorlar. Bu tanım Türkiye’de 80 sonrası
neoliberalizm ve küreselleşmenin karmaşık neden sonuç ağı içerisinde değişen
birey, aile ve toplum yapılarında tam karşılığını buluyor. Modern dönemde
klasik ataerkil aile yapısı yerini annelerin de çalışma yaşamına katıldığı
çekirdek aileye bıraktı. Değişen bu yeni anne figürü ile birlikte,
çocuklar modernitenin ilk sonucuyla karşılaşmış oldular. Bu durumda çalışan ebeveynlerin çocuklarını
yaşama hazırlamaya yönelik bilgilendirme süreci sekteye uğradı. Çünkü anne baba
sürekli meşgul, zaman ve enerjileri yetersiz. Bu durum ya biyonik, insanüstü
anneler, ya evde kral her istediği yapılan çocuklar yarattı ya da ebeveynler
istemli, çoğu zaman istemsiz olarak çocuklarını evdeki elektronik dadıya doğru
yönlendirdiler. Ortaya çıkan gariplikleri sadece annenin çalıştığı
ailelere indirgemek de haksızlık olur, sonuçta çocukluğun karşısına bütün
ekonomik ve toplumsal gücüyle teknoloji-medya hegemonyası çıkmaktadır ( Rizzini
and Bush, 2002).
Günümüzün toplumsal yapısı ve kültürü üzerinde medyanın
gücü giderek artmış, gerçekten de hegemonik bir hal almıştır. Günümüz
ailesine “ataerkil” diyemediğimiz gibi artık “çekirdek aile” de
denememektedir. Bu durumda, günümüz ailesi için “medyaerkil aile”
demek çok da yanlış olmaz. Çünkü yaşama dair bütün kodlar medyanın üretim
süzgecinden geçerek kitlelere ulaşmakta, medya tüketim alışkanlıklarından
zihinsel kalıplara varıncaya dek en belirleyici faktör olarak karşımıza
çıkmakta, bütün bunları bir eğlence formatı içinde yapmakta ve 12-13 yaşındaki
bir çocuğun zeka seviyesini esas almaktadır. Böylece tüm yaş gruplarını kolayca
hakimiyeti altına almaktadır. Tabi ki medyanın gücü karşısında en savunmasız
kesimi çocuklar oluşturmaktadır. Saddam’ın idam görüntülerini izleyip kendini asan
ya da Pokemon adlı çizgi filmi taklit ederken kendini pencereden aşağı atan
çocukların haberlerini hepimiz duyduk. Sadece televizyon karşısında yemek yiyen
çocuklara yabancı değiliz hiçbirimiz. Bu örnekler medyanın çocuk üzerindeki
etkisini açıkça göstermektedir.
Televizyondaki ve bilgisayar oyunlarındaki şiddet
çocukların gerçek yaşamdaki şiddete duyarsızlaşması sonucunu ortaya
çıkarmaktadır. Türkiye’de suç işleme yaşı 7’ ye kadar düşmüş durumdadır. Bu
açıdan bakıldığında ülkemizdeki çocuklara yönelik şiddet, istismar,
ayrıca okullarda giderek artan zorbalık, saldırganlık olayları daha iyi
anlaşılmaktadır. Televizyonlarda bizim zamanımızın Heidi, Arı Maya gibi masum
çizgi filmleri yok artık. En basit bir çizgi filmde dahi pornografik unsurlarla
karşılaşmak mümkün. Ve yine bütün Holywood yapımı çizgi filmlerde Amerikan
yaşam biçimini özendiren kapitalist
kodlar mevcut. 60’lı 70’li yılların gözü yaşlı, kırılgan, duyarlı Ayşecik,
Sezercik filmlerine de rağbet etmiyor çocuklar. Onların idolü “Çocuklar
Duymasın” dizisinin bencil, ukala “Havuç”u. Biri geleneksel
aile yapısının çözülüşünü çocukça masumiyetiyle engellemeye çalışırken, diğeri
sahip olduğu daha modern aileden, kapitalist bir zihniyetle daha fazla pay
almaya çalışmaktadır. Biri “ana sıcaklığı” için ısrar ederken, diğeri cep
telefonunu buna tercih etmektedir (Akçalı, 2006).
Günümüzde
küreselleşme ve medyanın kışkırtıcı gücünün de etkisiyle, otantik
kültürler doğasından kopmaya zorlanmakta ve tüm dünya ortak bir Batı, daha
doğrusu Amerikan kültürüne doğru evrilmektedir. Medya yeni sömürgeciliğin
‘’keşif kolu” olarak görevini büyük bir ustalıkla yerine getirmekte,
dünyadaki yaşamı bugün yeni aktörlere teslim etmektedir. Keşif çoktan
tamamlanmış sahnenin yeni aktörü medya, küreselleşmenin yayılma ve dönüştürme
görevini üstlenmiştir. Öyle ki, Batı dışı toplumlarda kendi
kültürlerini küçük görme, yerli kültürün kendi kendini inkârı, yabancılaşma
gibi olgular yaşanmaktadır. Bu kompleks duygusunun çocukları daha kolay
etkilediği de muhakkaktır. Örneğin Barbie türü bebeklerin ilettiği mesaj;
güzel, alımlı, hiç yaşlanmayan ve asla doğurmayan, adeta cinsiyet rollerinden
arındırılmış bir modelidir. Gerçekten de hamile modellerinde bile Barbie,
annelikle, çocuk bakımıyla, ev işleriyle ilgili gibi durmamakta, her an sorumluluktan
uzak ve özgür yaşantısına dönüverecek gibi imaj çizmektedir. Aynı
zamanda tek tip bir beden algısı oluşturabilecek bir vücut yapısı da vardır.
Burada önemli olan diğer bir konu, kız çocukların Barbie elbiselerine
özenmesinden çok, Barbie gibi olmak istemeleridir. Ve her gün binlerce kız
çocuğu kendi bedenlerini Barbie’lerle kıyaslamaya devam ederek yeni çocuk
tipinin üretim kervanına katılmaktır. Bu durum toplumun bütün hastalıklı
olguları tarafından da istismar edilmeye açıktır. Ayrıca bu tür ürünlerin
taşıyıcısı olduğu bir ideolojisi vardır; rafine bir sunumu olması siyasallıktan
uzak olduğunu göstermez. Barbie örneğinden hareketle, kadın güzelliği ve tek
tipliliği sloganının şemsiyesi altında, çocukları ekonomik çıkarların,
amaçların yayılmasında araçsallaştıran bir ideoloji simgesi olarak, her
yerdedir.
Medya ve tüketim kültürünün iç içe geçmiş imgeleri
çocuklara nasıl giyineceklerinden nasıl yaşayacaklarına varıncaya kadar,
farklı bir kimliği dikte etmektedir. Sadece görünenin ve fiziksel olanın
mutlaklaştırıldığı günümüzde, modern tüketim taşıyıcısı rolüne yatkın olmayan
her nesne/çocukları hedefleyen ürünler pazarda yer bulamaz. “Bu oyuncakların en
masumu, en kolay tercih edileni kitaplar bile, Harry Potter kitapları bile,
Harry Potter eşantiyonları bile, ben 10 gibi ürünler artık bir oyuncak şeklinde
değil, sürekli reklamı yapılan ve gündelik yaşamın her alanına eşlik eden
ürünler olarak ortaya çıkmaktadır. Defterin kabı, şişenin kapağı, bardağın
kendisi olarak evlere, çocukların dünyasına girmektedir. Dolayısıyla bunların
hepsi aynı anda dünyanın bütün çocuklarına ulaşmaktadır. Bütün çocuklar aynı
oyuncakları biliyor. Action Man İle Barbie. Bilgisayar oyunları da aynı
merkezden üretiliyor. Yani çocuğun yereli, mahallesi, özeli elinden gidiyor.
Mahalle zaten artık oyun oynanan bir yer olmaktan çıkmış durumda…
Artık çocuk kıyafetleri yok çocukların. Oyun
kültürünün üreticisi de onlar değil artık. Geçmişin içinde kendini sınama,
yardımlaşma, sorumluluk alma, paylaşma gibi sosyal rollerini kazandıran
geleneksel oyunları da oyuncakları da yok. Hepsi tek merkezden üretiliyor.
Asıl ürkütücü olansa, geleneksel oyunun ve oyuncağın yitimi kadar, onlarla
oynayacak çocukların, bir anlamda geleneksel çocukluğun kayboluşudur. Bunun
yerine farklı bir çocukluk tipi; postmodern ya da tüketim çarkının
taleplerine uygun olarak kolayca şekillenebilen, sürekli can sıkıntısı içinde
olan, tatminsiz, mutsuz, hazırcı, tüketim-marka-kimlik üçgeninde tükettikçe
rahatlayan, gerçekte yetişkinlerden çok da farklı olmayan küresel bir çocukluk
tipi inşa edilmektedir. “Artık
yetişkinler gibi giyinip konuşan, küfür eden, profesyonel katiller gibi
cinayetler işleyen, Lolita gibi olmaya çalışan, oyun diye bilgisayar ve
atarilerde nasıl savaşılacağını öğrenen, eğitim maratonuna en hırslı bir
şekilde hazırlanan daha çok çocuğa rastlıyorsak durum vahim demek…”
(İnan, 2004).
Bir taraftan hayalleri tüketim mabetlerinin modern,
albenili yeni ikonlarına hapsedilmek suretiyle hayal kurmaları engellenen,
oyuncakları ve oyunları ellerinden alınarak çocuklukları çalınan, ortalamayı
tutturma amacındaki televizyon programları yoluyla, yetişkinlerin anlam ve
zihniyet dünyasına ait ne varsa saf dünyalarına boca edilerek yok edilen
geleneksel çocukluğun yerine, kapitalist paradigmanın kodlarına uygun
yeni bir çocukluk tipinin inşa edildiği süreç yaşanmaktadır. Yitip giden bu
çocukluk tipinde aynı zamanda tasarruf, yetinme, geleneksel değerlere bağlılık,
büyüklere saygı, hoşgörü, fedakârlık gibi birtakım değerler de hızla yok
olmaktadır. “Üretim toplumunun ortak
yararı yerini tüketim toplumunun bireysel harcama ve çıkarlarına bırakmakta;
çocuk aidiyetini eski değer ve nesnelere göre değil, yeni nesnelere göre
kurmaya başlamakta ve böylece, örneğin eski dönemin kumbaraları, çocuğu yavaş
yavaş birikim ve tasarrufa çağırırken, postmodern dönemin kredi kartları ise,
çocuğu çok hızlı bir biçimde tüketime davet etmektedir. Modern toplumun
oluşturmaya çalıştığı ve de yüzyıllar içinde oluşturduğu “üretici yurttaş
çocuk/vatandaş” yerini postmodern toplumda “tüketici- küresel çocuk/vatandaş” a
bırakmaktadır” (Akçalı, 2006; Sayar, 2001).
“Artık o bir
çocuk değil. Bir şeyin yerine geçen varlık, doğal ötekiliğini yitirerek uydusal
bir varlığa dönüşmüş, benzerinin yapay yörüngesine girmiş bir varlık ve artık
bundan kendini kurtarabilmek için, tatsız tuzsuz hep yinelendiği gibi kimliğini
ve özerkliğini değil de, mesafesini ve farklılığını bulmak için epey acı
çekmesi gerekecek… Ama artık çocukluğun psişik ve simgesel koşulları bile
mevcut olmadığına göre, çocukluğun da çözümü yoktur. Hatta çocukluk şu ya da bu
biçimde kendini aşma ve yadsıma şansını bile yitirmektedir. İnsanoğlunun bir
başkalaşım evresi olarak yitip gitmektedir. Bu şekilde kendine özgü dehasını ve
tekilliğini yitirirken, aynı zamanda da bir tür siyah kıtaya dönüşmektedir.”
(Baudrillard, 2001, p.89) Bu yorum her
ne kadar çok acımasızca görünse de, küreselleşme gerçekten de acımasız bir
saldırı ile çocukluğu yok etmektedir. Bütün bu yapıya, dünyanın farklı
coğrafyalarında çatışmalarda, küçük insan suretlerine dönüşerek silahlanan,
savaşan çocuklar ile insan ticaretinin en tercih edilen metasını oluşturan
çocuklar, ya da okula gidemeyen, giderek yoksullaşan ve güvencesiz, sağlıksız
koşullarda sokaklarda çalışan çocuklar eklendiğinde küreselleşmenin çocukları
aslında yeryüzündeki özgün kültürlerle, devletlerle ya da yerel otoritelerle
mücadele aracı haline getirdiği de anlaşılabilir (Baudrillard, 2001; Smith,
2002).
Çocukluğu
Yeniden Kazanmak
Yaşama hakkı:
Temiz su, yeterli ve dengeli beslenme, barınma, sağlık hizmetlerine erişme,
Gelişme hakkı:
Oyun ve eğitim hakkı
Korunma hakkı:
Sevgi ilgi; dünyadaki tehlike, hastalık, savaş ve çatışmalardan korunma, fırsat
eşitliği,
Katılım hakkı:
Kimlik, milliyet, inanç ve ifade özgürlüğü.
Bu haklar, dünyanın dört bir köşesinde yaşayan çocukların
ve ailelerin birbirinden farklı yaşamları olsa da daha eşit, kaliteli ve
çocukluğun korunduğu bir yaşamı inşa ederek sürdürmeyi hedeflemektedir. Sadece
çocukların gerçeklerine odaklanmanın kapısını açmaktadır. Bu yönüyle, farklı
toplumların çocukluk gerçeğinin, her toplumda bireysel ve kurumsal açıdan nasıl
yapılandırılması gerektiğinin altını çizmektedir (Boyden, 1997; Smith, 2000).
SONUÇ
Yararlanılan
Kaynaklar
Akçalı, S. İ. (2006). Gündelik hayat ve medya. İstanbul:
Ebabil Yayıncılık.
Baudrillard,
J. (2001). Tam ekran. İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
Boyden, J. (1997). Childhood and the
policy makers: A Comperative Perspective on the Globalisation of Childhood. In
A. James and A Prout (Ed.), Constructing and re-constructing childhood, USA:
Falmer Press.
Fass,
P. S. (2003). Chidren and globalisation. Journal
of Social History, 36(4), 963-977.
İnal, K., 2004. Modernizmin Aile
ve Çocuk Üzerinden Yolculuğu. Virgül,
73-81.
Potsman,
N. (1995). Çocukluğun Yokoluşu. (Çev. Kemal, İ.), Ankara: İmge Kitabevi.
Rizzini,
I. and Bush, M. (2002). Globalisation and children. Childhood, 9(4), 371-374.
Sayar,
K. (2001). Küreselleşmenin psikolojik boyutları. Yeni Symposium, 39(2), 79-94.
Smith, R. (2000). Order and disorder: The
contradiction of childhood. Children and
Society, 14(1), 3-10.
Smith, R. (2002). Globalisation,
individualisation and chidhood: The challenge for Social Work. Proceiding of Congress of the International
Association of Schools of Social Work, July, Leicester, England.
Umay, M. F. (2003). Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Bir
Devrimci Doktorun Anıları. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
Dr. Fuat Umay ile ilgili Ek Bilgi:
Dr. Fuat Bey,
Himaye-i Etfal'e gelir sağlamak amacıyla çeşitli çabalar içerisine girmiştir.
Yurt içindeki bağış çalışmalarının yeterli görülmemesi üzerine özellikle ABD'de
yaşayan Türk vatandaşlarına ulaşma çabaları başlatmıştır. Dr. Fuat Bey,
Gelibolu milletvekili Celal Nuri İleri'den adres alarak Washington'da Türklere
imamlık yapan Mehmet Ali Efendi'ye ulaşır. Yazışmalar sonunda Türk Teavün
Cemiyeti'ne ulaşılır. Cemiyet New York ve Detroit'te toplantı yaparak 120.000
dolar bağış toplayarak Himaye-i Etfal Cemiyetine gönderir.
Türk
vatandaşlarının gönüllü katkılarının yoğunluğu üzerine Ankara'dan bir
temsilcinin davet edilmesi düşünülür. Konuyla ilgili çalışmaları Sabiha Sertel
Roman Gibi isimli eserinde şöyle kaleme almıştır:
New York'a
döndükten sonra yönetim kurulunun toplantısında, Ankara'dan birinin Amerika'ya
çağrılmasını konuştuk. Ateşin içinden gelen bir kimse çok faydalı olacaktı. Bu
düşüncemizi Ankara Himaye-i Etfal Cemiyetine bildirdik. Ankara Merkez Komitesi,
cemiyet başkanı Doktor Fuat Bey'i göndermeyi kararlaştırmıştı. Fuat Bey
Gülcemal vapuru ile geldi. Bu, Amerika'ya gelen ilk Türk vapuru idi. Vapuru
karşılamak için bütün teşkilatlardan delegeler gelmişlerdi. Gülcemal'in New
York limanına gelmesi de önemli bir olay oldu. Vapurda dalgalanan bayrağı
görmek için yalnız Türkler değil, Türkiye'den gelmiş Rum, Ermeni, Yahudi, bütün
Türk uyrukları gelmişlerdi. Kalabalığın içinde hüngür hüngür ağlayanlar vardı.
Fuat Bey'in geldiği gün Astoria Oteli'nin salonunda yaptığımız toplantıda
müsamerenin programını hazırladık. Fuat Bey'in gezeceği şehirleri
kararlaştırdık. Fuat Bey'in yapacağı gezilere benim mihmandarlık ve tercümanlık
etmemi uygun gördüler. New York'ta ilk toplantı, kiraladığımız büyük bir
salonda yapıldı. Fuat Bey memleketin acıklı durumunu anlattı. Ben hislere hitap
eden bir konuşma yaptım. Şiirler okundu. Halk arasında ağlayanların
hıçkırıkları duyuluyordu. Konuşmalar sonunda yardım faslı açıldı. Masanın üstü
yığın yığın dolarlarla doldu. Kalabalığın arasından orta yaşlı, orta boylu,
kalın siyah kaşlı, bıyıkları kulak deliklerine değen bir adam ağır ağır masaya
yaklaştı. Bu, Kürt Yusuf Gülabi Çavuştu önce Fuat Bey'in elini öptü: "Siz
bana toprağımın, köyümün kokusunu getirdiniz. Sağ olun, varolun. Aç sürünen
çocuklar arasında benim de evlatlarım var her hal. Yirmi yedi senedir
Amerika'da çalışıyorum. Madenlerde işçilik ettim. Otomobil fabrikalarında,
Kuzeyde, Fruit Company'nin (meyve kumpanyası) meyve bahçelerinde çalıştım.
Garajlarda, parklarda yattım. 10.000 dolar birikmiş param var. Artık memlekete
dönmeye karar verdim. Bütün paramı size veriyorum. Bana yalnız bir vapur bileti
alın. Ve orada bir iş bulmama yardım edin. İşte altın saatim. İşte altın
kemerim. Yurduma helal olsun." Herkes ağlıyordu. Toplanan para 100.000
doların üstündeydi...
Amerika'daki
bu çalışmalar sonunda, memlekete gönderilen paranın miktarı bir milyon Türk
lirasının üstündeydi. Ankara'da Çocuk Esirgeme Kurumu'nun meydana getirdiği ilk
çocuk sarayları, bakımevleri, hastane, çocuk yuvaları Amerika'daki işçilerin
gönderdikleri paralarla kuruldu. Fakat Yusuf Gülabi Çavuş'a iş bulunmadı.
Çocukların yataklarının başucuna işçilerin fotoğrafları asılmadı.
Dr. M.Fuat
UMAY
21 Mart 1923
tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin oluru ile 5 ay süre ile ABD seyahatine izin
verilen Dr. Fuad Bey, buradaki izlenimlerini Amerika'da Türkler isimli
kitabında anlatmıştır. Dr. Fuat Bey 8 Nisan - 3 Haziran tarihleri arasında
ABD'yi bir baştan bir başa dolaşarak yardım toplamıştır. Himaye-i Etfal'e
yardım toplantıları New York, Lawrence, Peabody, Providence, Wooster, Buffalo,
Pittsburgh, Petkiran, Clairton, Wellston, Youngstown, Canton, Akron, Cleveland,
Washington, Detroit, Chicago, Philadelphia şehirlerinde gerçekleştirilmiştir.
Toplantılar sonunda 85.072 dolar yardım toplanmıştır. Suriyelilerin yardımları
ve miktarları tespit edilemeyen yardımların toplamıyla bu sayı Sabiha Sertel'in
belirttiği gibi yüz bin dolara yaklaşmıştır. Dr Fuat Bey yardımlarda
sürekliliği sağlamak amacıyla, Türk Teavün Cemiyeti yetkililerine Himaye-i
Etfal Cemiyetinin şubelerini açma teklifini getirdi. Teklifin olumlu
karşılanması üzerine 15 Nisan 1923 tarihinde Himaye-i Etfal Cemiyetinin Merkezi
New York'ta açıldı.
Sağlık
sektöründe çalışan personelleri ve amerikada sağlık teşekküllerini inceleme
fırsatı buldu ve inceleyerek yurda dönüşünde bu konularda önemli düzenlemelerde
bulundu.
15 Nisan 1923
ile 3 Haziran 1923 tarihleri arasında süren ve A.B.D.’de çalışan Türkleri bir
araya getiren bu seyahat, New York, Washington, Chicago gibi pek çok.
Amerika’daki anılarını anlattığı Amerika’da Türkler ve Gördüklerim (1927) ve
Seçmenlerimle Başbaşa (1950) adlı iki kitabı İş Bankası Kültür Yayınları arasında
715 Genel Yayın No ve 300 Edebiyat Dizini arasında yer alan kitap 2003 yılında
birinci basım olarak yayınlanmıştır.
Savaşta
olduğu gibi geride binlerce kimsesiz, yetim çocuk kalmıştır. Zamanın Sağlık
Bakanı olan Dr. Mehmet Fuat, Mart 1923’te ABD’ye giderek orada yaşayan Türkler
arasında bir yardım kampanyası başlatır.