14 Temmuz 2012


PUZZLE PORTRELER/FARUK BİLDİRİCİ/HÜRRİYET 15.07.2012 PAZAR
ŞENGÜL HABLEMİTOĞLU

MUTLUYDUK
Benim yaşamım üçe ayrılır. Necip’ten öncesi, Necip ile olan dönem ve Necip’ten sonra. Necip ile yaşamak çok keyifliydi. Herşey bir yana standart bir eş olmadı hiç. Bir kere çok iyi iki arkadaştık. Konuşacağımız şey hiç bitmezdi. Haftanın bir günü mutlaka öğle yemeğinde buluşurduk. Bir bakardık, eyvah saat iki olmuş! Tabii bazı yerlerden sıkıştırılmaya başlanmıştı. Suikastı bekliyorduk. Çok tehdit alıyordu. Biz bilgisayarı ortak kullanıyorduk, mail adresimiz de ortaktı. Bir mail gördüm, “Çok yakınındayım, seni izliyorum. Bir gün ensene sıktığımda göreceksin” diyordu. Bir gün Kızılay’da yürürken adamın biri “Seni mahvedeceğim” diye üzerine sürüyor arabasını. Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden sonra arabayı uzaktan kumandayla çalıştırıyorduk. Onu çok frenlemeye çalışmışımdır. Kadınlar bence daha sağduyulu oluyorlar. Bildiğini, saptadığı şeyi paylaşmaktan yana biriydi. Tam da istediği gibi yaşadı.  Bu konuda çok eleştirildim bazı aile yakınlarımız tarafından. Motive edici olmamalıydın gibi şeyler. Ama bizim için değişmek zorundasın deseydik bakışı değişirdi. Gözündeki ışık sönerdi. Mutlu bir insandı. Birlikteyken hayatı çok seven insanlardık. Ufacık bir rengin güzelliğini paylaşıp bundan keyif alırdık. Şimdi değil miyiz? Yine öyleyiz. Kızlar evde yoksa ben bir kadeh şarabımı koyar,  dansederek yemek yaparım kendime.  Ama biz 18 Aralık 2002 akşamı makas değiştirdik. Giderken başka bir yola geçtik. Dolayısıyla ben üçüncü dönemdeyim, çocuklarım için ikinci dönem. Biz şimdi Necip’i, çok gülerek ve eğlenerek hatırlıyoruz.

O AKŞAM
Ankara’nın soğuk günlerinden biriydi. Sabah beni pencereden uğurladı Necip. Arabamın üzerindeki karları temizlerken birden gümüş rengi Fiat Brava bir araç hızla geldi. Benim aracımın yanına park etti. İçinde iki genç oturuyordu, yüzleri bugün gibi aklımda. Dini yayın yapan bir radyoyu dinliyorlardı. Arabanın plakasını da aldım. Sonra yola koyuldum. Arayıp Necip’e haber verecektim, aklımsan silindi gitti. En son akşam evde yemek hazırlıkları yaparken aradı. “Markete giriyorum ne lazım” dedi. Sofrayı hazırladım, o arada kapımız çaldı. Apartman görevlimiz arkada, küçük oğlu öndeydi. İnsan uyanmıyor böyle bir şeye. “Şengül abla, arabanızın yanında bir adam yatıyor” dedi. Park ettiğimiz yere doğru pencereden baktım. “Burada değil galiba” derken anladım. Çocuklar salondaydı. Onlara, “Ben arabamızın yanına çıkıyorum, sakın kımıldamayın, şimdi döneceğim” dedim. “İnşallah yaralıdır” diye dua ederek dışarı çıktım, komşularımız beni yanaştırmak istemedi önce. Dokunamıyorum, nasıl uyuyorsa elleri öyle kıvrılmış yatıyor. Yüzü kanlı, gözlüğü duruyor. “Yaşıyor mu?” diye sordum yanımdakilere. Cevap veremediler. “İşte oldu” dedim. Orası birden kalabalıklaştı. Hemen yukarı çıktım. Çocukların biri on, diğeri 11 yaşındaydı. İlginç tarafı, ben dışarıdayken evin telefonları çalmaya başlamış, televizyonlar altyazı geçmiş.  Çocuklar da şaşırmış. “Bundan sonra babanız bizimle değil. Konuşacağımız çok şey var ama ne olur ağlamayın, beni bekleyin. Birlikte ağlayacağız” dedim. İki çocuk birbirine sokulmuş, büzülüp tek vücut haline gelmişti. Onları komşularımıza emanet edip çıktım yine. Polis gelmişti, etrafı çevirmedikleri için medya yakınına kadar girip çekim yapıyordu. “Almayın” diyordum, öyle bakıyorlardı. Bir saat sonra çevirdiler etrafı. Bula bula iki mermi kovanı buldular sadece. Üniversiteden iki arkadaşımı eşimin küçük çalışma odasının kapısına oturttum, “Bu odaya kimseyi sokmayın” dedim. Çok enteresan ben avukatımızla birlikte emniyete götürüldüm, yarım saat sonra iki insan geliyor, “Odasına girip bakmamız gerek” diyorlar. Onlar da “Evsahibi kesin talimat verdi giremezsiniz” diyorlar. Sonra bizim gözetimimizde odayı açtık, kaydını alarak bilgisayarını polise teslim ettik. O gece, poliste sabaha kadar sorguladılar beni. Hiç insani bir tutum değildi bu. Suçlu gibi davrandılar bana.  Çok erkek bir ülke burası. Herşey erkek üzerinden yürüyor. O gece emniyette rahatsızlandım,üzüntü ve öfke insanı olmadık şekilde etkiliyor. Cenaze gecesi de emniyetteydim. O aracın da ABD elçiliğine koruma yapan bir firmaya ait olduğu saptandı. Güya oradaki Amerikalıların lojmanları için gözetliyorlarmış. Sorguda polislerden biri, şube müdürleri odada yokken bana fotoğraf gösterdi, “Gördüklerinizden biri bu muydu?” dedi. “Evet, biri buydu” dedim heyecanla, adam ortadan kayboldu bir daha görünmedi. Müthiş bir vurdum duymazlık vardı. Nefret ettim. Arabasını teslim ettiklerinde tampondaki kan duruyordu hala. Defalarca gözünüzün önüne geliyor olay. Küçük bir, Enam-ı şerif duası vardı arabasında. Çok inançlı bir adamdı Necip. Şube Müdürü polis dedi ki, “Hocanın arabasından bu çıktı. Bize de böyle anlatmamışlardı.” Ne kadar dindar olduğumuza dair bir deklarasyonda mı bulunmak zorundayız? Kimi ilgilendirir bu? Gerçi öyle bir dönem yaşıyoruz ki, dindarölçerle yaşıyor insanlar sokaklarda. Böyle bir ülkeye dönüştük.

YAS DANIŞMANLIĞI
Olaydan bir ay kadar sonra biz bir Amerika seyahati yaptık. Çok yakın bir arkadaşım yaşıyor orada. Bizi çağırdı, üçümüz gittik. O 12 saatlik seyahatte 12 saat ağladım ben. Bir de her şeyi birlikte yaptığınızı hatırlıyorsunuz. Zorlu bir süreç aslında. Ama atlattık biz bu süreci. Dul yazmasını istemediğim için nüfus cüzdanımı uzun süre değiştirmedim. Ne çirkin bir yaftalama dul! Sonra kimlik numarası çıkınca mecburen değiştirdim. Bekar yazıyor. Yeni pasaportlarda da bir şey yazmıyor o konuda. Bu demektir ki yas sürecimde epey yol almışım. Çok kötü zamanlardan geldik bugüne, onuncu yılın içindeyiz. Bir travma yaşadık. Ama bunu hayatımızı sürdüremeyeceğimiz bir noktaya taşımadık. Ben kendimi eğittim. Bir kere her acı insanı büyütüyor. Göründüğünüz yaşın üstüne en az 20 yıllık deneyim ekliyorsunuz. Hayatı daha çok sevmeyi, insanları umursamamayı öğreniyorsunuz. “Menekşe’den önce” belgeselinin gösterimine gidemedim. Çünkü çok üzülüyorum ve artık üzülmek çok yorucu olmaya başladı. Mutsuz değilim. Üzgün olmakla mutsuz olmak aynı kavramlar değil. Artık düşüncelerimi insanlara daha net söyleyebiliyorum. Yas danışmanlığı eğitimleri veriyorum. Evet, birinin bana ders vermesi gerekirken ben insanlara anlatıyorum. Damdan düştüğümüz için damdan düşenin halinden anlıyoruz; bu da sevgili Nilüfer Kışlalı’nın sözüdür. Onun için de bu yas danışmanlığına ağırlık verdim. Yasın iki tarafı var. Yasla karşılaşan insanlara gidince çok konuşmayacaksınız, “Senin için ne yapabilirim  demeyeceksiniz, yanında olduğunuzu gösterip, yapacaksınız. Yası yaşayanlar içinse med cezirler, geri dönüşler var. Bilişsel Evlilik Terapileri Derneği var, ayda bir orada evlilik kalitesi ve ilişki yönetimi ile yas danışmanlığı dersleri veriyorum.

UYKU
Necip’ten sonra uyku problemlerim vardı, uyuyamıyordum. Notlar almaya başladım, bir baktım ki deneme gibi şeyler yazıyorum böyle.  “Sessiz ağıt” kitabım öyle çıktı. Onu yaptıktan sonra çok iyileştim. Orada hem duygularımı, hem olayı, Necip’i, çocukları anlattım. Kendi içsesimdi aslında. Fakat eşimin ailesi tarafından eleştirildim. Özeli paylaşmakmış. Onları anlamaya çalışıyorum. Ben akıl yoldaşımı, aşkımı kaybettim, onlar da oğullarını. Lisansüstü derslerimin kapsamında da yazdığım makaleleri bir araya getirip bir kadın kitabı çıkardım. Sonra Küreselleşme ve aile diye bir dersim vardı, oradaki yazıları yayınladım. Öğrencilerle tezler, projeler derken kendimi işe verdim. Uykularım düzeldi. Sonra Müdür Yardımcılığı da yaptığım Ev Ekonomisi Yüksek Okulu kapandı. Sağlık Bilimleri Fakültesi kuruldu Ankara Üniversitesi’nde. Orada sosyal hizmet bölümünü açtım, 2008’de bölüm başkanı atandım oraya. Aynı yılın sonunda arkadaşlarımın teşvikiyle seçimlere katıldım, dekan oldum. Dekanlıkta ikinci dönemim şimdi. Derslere de giriyorum. Politik Psikoloji Derneği’nin toplantılarına katılıyorum bazen. Sosyal hizmet alanında uluslararası bir derneğin üyesiyim. Necip Hablemitoğlu Toplumsal Araştırmalar Derneği’ni dört yıl önce kurduk ama faaliyete geçiremedik. Sebebi, bir gün kapımda “Derneğinizi aramaya geldik” diyen bir grup polis görmek istememem. Zaten bir gün kapı çalındı, delikten baktım resmi kıyafetli iki kişi. Polis zannettim. Salona döndüm, “Geldiler çocuklar” dedim. Bu duyguya kapılmayan var mıdır Türkiye’de bilmiyorum. Sitenin güvenlik görevlileriymiş. Döndüm, çocuklar yine büzülmüş, bekliyorlar. Bana ilk söyledikleri “Babamla birlikte görüntülerimizin olduğu cd’leri götür sakla. Babamla ilgili tek varlığımız onlar” oldu.

KADIN
Ağırlıklı olarak yaşlı ve kadın çalışıyorum. Toplumsal cinsiyet yazıları, Bilim ve Teknolojide Kadının Görünmezliği, Kemalist Kadın Devriminin Anlamı başlıklı çalışmalar yaptım. Son dönemde müthiş bir ayrışma var Türkiye’de ve kadın üzerinden gücünü alıyor, hani kapalı kadın-açık kadın ayrımı. Ben bu durumdaki hemcinslerimize kapatılan kadın diyorum; o kadar öykünmüşler ki kendini ifade edebilen modern kadın tiplemesine. Neo-liberal yapıda, neoliberal dinle parayı bulduktan sonra modern, açık kadının yaptığı her şeyi yapar hale geldiler. Bu güzel bir gelişme. O kalıptan aslında sıyrılma isteği var. Kadınlar özerk varlıklar değil Türkiye’de. Erkeğin alanında varolmak için erkekleşmek gerektiği düşündürtülüyor kadınlara. Kapatılmış kadınlar için de geçerli bu, ne yazık ki modern olduğu söylenen Cumhuriyet kadınları için de. En acı biçimde onlar için geçerli. Diğeri zaten bir kısıtlamanın ardında varolma mücadelesi sürdürüyor. Onların içinde çok saygı duyduğum, izlediğim feminist kadınlar var. Dolayısıyla Cumhuriyet değerleriyle yetişmiş kadınların sıkıntıları da çok büyük. Bence çok ciddi bir işbirliğine ihtiyaç var; kapatılmış kadınlarla Cumhuriyet değerlerine inanan kadınların dayanışması olması şart. Herkes kendisinden birazcık taviz vererek kadın olma noktasında birleşip erkek egemen yapıya karşı mücadele etmek durumundalar. Bakın bu işin sonu hiç hoş değil. Bir kadın çıkıyor, kendinden söz ettirebilmek için “Kocama kendi arkadaşımı sundum” diyor, erkeklerle aynı yöntemi kullanıyor aslında. Varolma ve bulunduğu yapının sesi olup oradan da rant elde etmek istiyor. Sakat olan tarafı da bu.

GEÇ GELEN VEDA
Yakın dostlarımız iki yıl boyunca bizi hiç yalnız bırakmadı. 2003 yazında onlarla bir tekne tatiline gittik. Döndük üçümüz. Eve girdik. Telesekreter çalışmadı, kaseti çevirip taktığımız anda Necip’in sesiyle karşılaştık. Nasıl oldu bilemiyorum. 1995 yılında Moldova’da UNDP projesinde görev yaptığı sırada bıraktığı bir kayıt bu. Biz onca yıl sonra dinledik. “Şengül burada elektrikler kesik. Gece çıkmak zor oluyor, karanlık. Aramaya çalışmayın, o yüzden sizi erken aradım ulaşamadım. Sizi çok seviyorum” diyor. Bir veda mesajı gibi oldu bizim için. Üçümüz birden yığıldık, uzun süre kendimize gelemedik.

ERGENEKON
Ergenekon meselesi çok komik. İddianameleri okumaya çalıştım. Veli Küçük, kocamın öldürülmesi için Osman Yıldırım’a para vermiş; o kabul etmeyince Osman Gürbüz’e teklif etmiş deniyor. Gizli tanıklardan biri,  Osman Yıldırım’ı suçlayan ifadeyi verdiğinde Osman Gürbüz zaten bir yıl önce serbest bırakılmıştı. Burada güvenilir bir bilgiden söz edebilir misiniz? Bu şımarıklık ve hakaret. Bir başka gizli tanık diyor ki, “Ben Şengül hanımla görüştüm. O dinciler yaptı zannediyor” diyor. Doğru, onunla görüştüm ama “Lütfen savcıya gidin anlatın” dedim. Çok da komik bir ismi var, Kıskaç! Eski bir Ak Parti milletvekili aradı geçen yıl, “Mutlaka görüşelim, anlatacaklarım var” dedi. Bana ne anlatacaksınız, savcıya gidin! Açıkçası böyle insanlardan ürküyorum. Çünkü neredeyse marketten alıp getirdiğimiz pakette dinleme cihazı var mı diye içine bakacak hale geldik. Ben gitsem adamla konuşsam ne olacağını bilmiyorum ki! Ben sonuç itibarıyla işini yapmaya çalışan geride kalan bir eş statüsündeyim. Git ilgililere anlat, basınla paylaş bildiklerini. Necip’in öldürülmesi hala bir faili meçhul. Bundan öte bir şeyler söylemek ihtimaller üretmeye girer. Başbakan da “Bizim dönemimizde faili meçhul olmadı. Olanlar da aydınlatıldı” dedi. Demek ki faili biliyorlar. Eski İçişleri Bakanımız da televizyonda “İçimizde ukte” dedi. O zaman bu kadar gücü olan bir iktidarın gereğini yapmadığını düşünürüm. Kim örtbas etmiştir onu soralım yani. MİT Müsteşarlığı falan sözkonusu değildi. Olsa bilirim herhalde. Bazen ben Necip’in ölümünün nedeninin de bu tür tevatürler olduğunu düşünüyorum. Çok dedikoducu bir toplumuz biz. Hayattayken bu tür söylenitler nedeni ile tazminat davaları açtık biz.

TESADÜFLER
Harper Lee’nin kitabı Bülbülü Öldürmek, eşimle ilk kez para verip aldığımız kitap. O gençliğinde almış, ben ilkokul son sınıfta. Önemsediğim bir kitap. O bir tesadüftü. Zaten benim eşimle karşılaşmam da bir tesadüftür. Filmlik hikayelerimiz çok bizim. Ziraat Fakültesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu’ndayken Devrim Tarihi hocamızdı ama çok da meraklı olduğum biri değildi. Hatta bazen bana çok dikta davranışları olan biri gibi de geliyordu. Aramızda da 11 yaş fark var. Mahallemizde okuma gruplarımız vardı bizim. Herşeyi okurduk, Red Kit’ten Tommiks’e kadar. İkinci sınıftayken Tandoğan’daki kitap fuarına gitmiştim. Kitapları toparlayıp dönmemle biriyle pat diye çarpışmam bir oldu. Kitaplar yerlere saçıldı. Hem söylenip hem kitapları toplarken bir kafamı kaldırdım, bizim hoca! “Burada ne yapıyorsunuz” dedi. Kitaplara bakıyorum, ne yapılır burada? Bir sohbet başladı, orada anladım. Tavrı farklılaştı çünkü. Ondan sonra ilgilenmeye başladı benimle. Kötü bir kağıdıma yüksek not verdi. O hep “Ben seni seçtim” demiştir. Ben de benim tavladığımı söylemişimdir. Üçüncü sınıfın son sınavlarında bize “Artık derslerinize gelmeyeceğim” dedi. Bir bozuldum, ne demek yani? O yıl Faruk Sükan’ın bir kitabı çıkmıştı. O kitabı nasıl bulabileceğimi sordum. Bir baktım final günü kitabı alıp getirmiş, arkasına da telefonunu yazmış. “İhtiyaç olursa görüşebilirsiniz” yazmış. Aradım onu. Hemen “Yemek yiyebilir miyiz?” dedi. İlk yemekte de evlenme teklif etti.  Ailem çok hoşlanmadı ama o akademik yılın başında nişanlandık. Okul bitince de 14 Temmuz 1986’da evlendik.

KANİJE
Büyük kızımın adı Kanije. O fikir benden çıktı aslında. Lisedeyken bir arkadaşımın adı Kanije’ydi. Hamile kalınca çocuğumuza bu ismi vermek istediğimi söyledim. O da çok sevindi. Yurt dışındaki Türk eserleri ile ilgili bir sözlü tarih çalışması yapmıştı. Kanije’yi falan biliyor, görmüş. Sonra birlikte de gittik gördük. Kanije, Osmanlı’nın batıda ulaştığı son mevzii. Küçük kızımız olunca ona da Uyvar adını verdik. Uyvar kalesi de Slovakya’da, Kuzeybatıdaki en son nokta. Arkadaşlarımızın diline düştük. “Bundan sonraki Estergon mu olacak?” diye kafa buluyorlardı bizimle. Tabii noktayı koymak zorunda kaldık. Uyvar, mütercim tercümanlık okuyor. Kanije, hukuk son sınıfta. AİHM’de çalışmak istiyor. Siyaseti denemek istedi bir ara. CHP Gençlik Kolları’na girdi. “Babanın soyadından yararlanıyorsun” etiketiyle karşılaştı orada. Alay etmeye başladılar, “Sen hiç hayatında Kızılay’a gittin mi?” gibilerinden. Devam edemedi. Ben siyaseti düşünebilirim, düşünmemem için hiçbir sebep yok. Ama kim çalışmak ister ki benim kafamdaki biriyle? Hiç zannetmem.

AİLEM
Kolay bir çocukluğum olmadı benim.  Annem ev hanımı babam esnaftı. Eğitimli bir ailenin kızı değilim ben. Ama oturduğumuz yer güzeldi, çevremiz insanı kendisine yatırım yapması için uyaranlarla doluydu. İyi bir okula gittim. Deneme Lisesi biliyorsunuz Uğur Mumcu’dan, Doğu Perinçek’e kadar çok insanın mezun olduğu bir okul. Bir de çok mutlu bir ailenin çocuğu değildim, onu da söyleyeyim. Çok iyi geçinebilen bir anne baba değillerdi bizimkiler. Her zaman bir huzursuzluk olurdu ailede. Aklınız sizi yönlendiriyor. Çok okudum, bir de felaket gözlemciyimdir. Bazen rahatsız edici bir şekle dönüşüyor kendi açımdan. Ebebeyn olarak neyi yanlış yaptıklarını irdelerdim. Neden birbirleriyle anlaşamadıklarını çözmüştüm, onlar çözememişti. İş ve kariyer açısından şanslı bir insanım ben. Hayal ettiği işi yapan ender insanlardan biriyim. Akademisyenlik çocukluk hayalimdi.  Hep siyah etek ceketli, beyaz gömlekli, gözlüklü, saçı topuzlu bir profesör gelirdi gözümün önüne. Ben de yapacağım bunu demiştim. Aile bilimci oldum. Doktoram da öyle. Şu anda sosyal hizmet alanında çalışıyorum.

ADD
Babam Adalet Partili’ydi, sonra da Demirel’i destekledi. Fanatikti, futbol takımı tutar gibi. Ben Ecevit’e oy verdiğimde “Sen benim kızım olamazsın” demişti bu yüzden. Bizim eve Tercüman gazetesi girerdi. Babama bazen Ahmet Kabaklı, Nazlı Ilıcak’ın yazılarını okurdum. Onları okuyarak başka bir yöne yol aldım. Sosyal Demokrat olarak tanımladım kendimi. Söyleyince başıma bir şey gelmeyecekse ben hala kendimi Atatürkçü ve Kemalist olarak tanımlıyorum. Ulusalcı dersem de başıma bir şey gelir mi? Bunu gönül rahatlığıyla söyleyemeyeceğimiz günlerden geçiyoruz maalesef. Ama temelde sosyal demokratım. İdeolojim insan benim. Eşim Basın Yayın mezunu, gazeteci kökenli. Ben de akademisyenim. Sosyal olaylara uzak kalamayız, kafa yormanız gerekiyor. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin gerekliliğine inanan ama kötü bir yere götürüldüğünü de gözlemleyen insanlarız. ADD’de yöneticilik istemiyordum. Arkadaşlar çok ısrar etti aday olmam için. Kongrede ADD’ye parti gibi bakıldığını görüp şaşırdım o gün. Liste yüzünden evimize girmiş çıkmış insanların o gün bana selam vermediğini gördüm. Hoşnutsuz şekilde o seçime girdim. Mevcut yöneticilerin ağırlıkta olduğu karma bir listeyle seçilince ayrılacağımı da deklare ettim. Pazar günü o dönemin başkanı Şener Eruygur telefonla aradı. Estim yağdım ona. Kızgınlığım vardı. Ben ve eşim ADD’nin etkinliklerine hep katıldık. Ama ben kendisini Necip için yaptığımız anma toplantılarında hiç görmedim. Ertesi gün dilekçemi faksladım, zaten olay patladı. Bu insanlar pat diye gözaltına alındı. Meşhur yandaş basın, “Eşini öldürenlerin olduğu dernekte çalışamayacağını anladı ve ayrıldı” diye yazdı.